Şato kâhyası onu bir parça tepeden süzdükten sonra söze başladı: “Şu kaba herife bakın hele! Hoyrat herif! Tanrıya şükret ki, beygirlerin ölmedi! Uşak kaçtıktan sonra onları kim besleyecekti?” dedi. Atların kendilerine verilen yemi tarlada çalışarak ödemelerinin haksızlık mı olduğunu sordu ve sözlerini, burada böyle gürültü etmemesini, yoksa köpekleri çağırmakla avluda sessizliği sağlayabileceğini söyleyerek bitirdi. At tüccarının yüreği mintanından fırlayacak gibi çarpıyordu. İçinden gelen bir duygu onu, hiçbir şeye yaramayan şu koca göbeği gübrenin içine yuvarlayıp, ayağını bakır renkli suratına basmak için zorluyordu. Fakat içindeki, bir altın tartısı kadar duyarlı hakseverlik duygusu hâlâ canlıydı; karşısındakinin gerçekten suçlu olup olmadığı yolunda henüz kesin bir yargı vermemişti. Sövgüleri sindirip hayvanlara yanaştı ve durumu sessizce kafasından geçirerek yeleleri düzelttiği sırada, alçak sesle, hangi suçundan ötürü uşağın uzaklaştırıldığını sordu. Kâhya yanıt verdi; “Çünkü hayvanların başka bir tavlaya çekilmesi zorunluluğu doğunca, buna razı olmadı ve Tronkenburg’a gelen iki soylunun atlarının, kendi beygirleri yüzünden, geceyi yol üstünde geçirmelerini istedi!” Kohlhaas, şu anda uşağının yanında olması ve onun söyleyecekleriyle bu koca göbekli kâhyanınkileri karşılaştırabilmek için hayvanların parasını gözden çıkarmaya çoktan razıydı. Olduğu yerde duruyor, yağızların perçemlerini okşuyor, bu durum karşısında ne yapmak gerektiğini düşünüyordu ki, sahne birdenbire değişti ve tavşan avından dönmekte olan soylu Wenzel von Tronka, bir sürü şövalye, uşak ve köpekle birlikte şatonun avlusuna daldı. Ne olduğunu sorunca, kâhya hemen söze başladı ve bir yandan köpekler yabancıya karşı havlar, öte yandan şövalyeler onları susturmaya çalışırken, o da prense, olayı başka kalıba sokarak, yağızların bir parça kullanılması yüzünden tüccarın nasıl serkeşlikte bulunmak istediğini anlattı; alaycı kahkahalarla, Kohlhaas’ın bu hayvanları kendisininkiler diye tanımak istemediğini söyledi. Kohlhaas bağırıyordu: “Bunlar benim atlarım değil, benim adil efendim!. Bunlar otuz altın gulden değerinde olan atlar değil!. Ben, sağlıklı, iyi beslenmiş atlarımı isterim!” Soylu, yüzü hafif sarararak attan indi ve : “Herif atları geri almak istemiyorsa, burada bırakıversin! Gel Günther!” diye bağırdı “Hans! Gelin!” Ve eliyle dizgindeki tozu silkerken “şarap getirin!” diye bir kez daha bağırdı, sonra şövalyelerle birlikte kapıdan içeriye girdi. Kohlhaas, atlarını bu durumda Kohlhaasenbrück’teki ahıra götürmektense, hayvan derisi yüzen bir adam çağırıp leşlerini çöplüğe attırmayı yeğleyeceğini söyledi. Beygirleri oldukları yerde bırakarak, doğru atına bindi ve hakkını aramayı bildiğini söyleyerek oradan uzaklaştı.
Dresden’e doğru doludizgin giderken, aklına kâhyanın uşağıyla ilgili yakınmaları gelince, atını yavaşlattı. Daha bin adım gitmeden atının başını Kohlhaasenbrück’e doğru çevirdi; çünkü bir kez de uşağın söyleyeceklerini dinlemenin akıllıca ve hakka uygun bir davranış olacağını düşünmüştü. Çünkü kâhyanın dediği gibi, bu işte gerçekten uşak suçluysa, atlarını yitirmeyi haklı ve doğal bir sonuç olarak kabul edecekti. Onu bu düşünceye yönlendiren, uğradığı bütün aşağılamalara karşın, içindeki doğruluk ve kesin adalet duygusuydu. Buna karşılık yine aynı derecede yüksek bir duygu, ona sorun göründüğü gibi bir danışıklı dövüş sonucuysa, uğradığı aşağılamadan dolayı özür istemesini ve ilerde yurttaşlarının da bu gibi haksızlıklarla karşılaşmamalarını var gücüyle sağlamasını buyuruyordu. Yollarda ve uğradığı yerde Tronkenburg’dan geçen yolculara yapılan haksızlıkları işitiyor, işittikçe de gönlündeki bu duygu kökleşiyordu.
Kohlhaasenbrück’e varınca, sadık karısı Lisbeth’i kucaklayıp, dizlerine sarılan çocuklarını öper öpmez, hemen başuşağı Herse’yi sordu: “Onun ne olduğunu bilen yok mu?” dedi. Lisbeth: “Evet, sevgili Michael! Zavallı Herse, on beş gün önce, çok kötü dövülmüş olarak döndü. Öyle dövülmüştü ki, rahat soluk alamıyordu… Yatağa yatırdığımızda, sürekli kan tükürüyordu… Sorduğumuz birçok sorudan sonra hiçbirimizin anlayamadığı bir öykü anlattı. Sınırdan atları geçiremediğinizi, onun üzerine senin, Tronkenburg şatosunda kendisini nasıl bıraktığını, en aşağılık davranışlarla şatodan nasıl kovulduğunu ve hayvanları birlikte getirmeye olanak bulamadığını söyledi.” Abasını çıkarırken Kohlhaas: “Ya!” dedi; “iyileşti mi bari?” Lisbeth: “Eh şöyle böyle iyileşti; yalnızca hâlâ kan tükürüyor” diye yanıt verdi. “Sen dönünceye kadar hayvanlara bakması için Tronkenburg’a hemen bir uşak göndermek istiyordum; çünkü bize karşı hep dürüst ve son derece bağlı olan Herse’nin, bunca kanıtla da doğrulanan sözlerine inandım ve hayvanları başka bir biçimde yitirmiş olduğunu aklımdan bile geçirmedim. Herse, benden, kimseyi bu haydut yuvasına göndermememi ve birinin canına kıymak istemiyorsam, hayvanlardan vazgeçmemi rica etti.” Boyun atkısını çıkarırken Kohlhaas sordu: “Hâlâ yatakta mı?” Lisbeth yanıt verdi: “Kalktı, birkaç günden beri avluda dolaşıyor.” Sonra ekledi: “Özetle, göreceksin ki, bütün bu anlattıklarım doğrudur ve bu olay, son zamanlarda Tronkenburg’da yabancılara karşı işlenen büyük suçlardan yalnızca bir tekidir.” Kohlhaas: “Bunu önce araştırmalıyım; eğer ayaktaysa, onu bana çağır Lisbeth!” diyerek koltuğa oturdu. Onun bu dinginliğinden hoşnut olan karısı, gidip uşağı çağırdı.
Lisbeth uşakla odadan içeri girerken Kohlhaas: “Tronkenburg’da ne yaptın?. Ben senden hoşnut değilim!” dedi. Bu sözler üzerine soluk çehresi hafifçe kızaran uşak, bir süre sustu, sonra “Haklısınız, efendim!” dedi, “çünkü içinden kurtulduğum haydut yuvasını ateşe verecekken, küçük bir çocuğun ağladığını işitince, Tanrı‘nın izniyle yanımda taşıdığım kundağı Elbe sularına attım ve düşündüm: Tanrı‘nın yıldırımı onu kül etsin, benden bulmasın!” Kohlhaas, dargın bir tavırla: “Ne yaptın da Tronkenburg’dan kovuldun?” diye sordu. Bunun üzerine Herse: “Çirkin bir hile yüzünden, efendim.” dedi ve alnındaki terleri silerek “Ne yapalım… başa gelen çekilir… Ben atların tarla işlerinde hırpalanmalarını istemiyordum; henüz genç olduklarını ve daha hiçbir işe koşulmadıklarını söyledim.” Kohlhaas, perişanlığını gizlemeye çalışırken, hayvanların geçen yılın ilkyazında bir parça koşulmuş olduklarını unutmakla, gerçeği gizlediğini söyledi. “Sonra konuk olduğun şatoda” diye sözünü sürdürdü, “ürünü acele içeri çekmek gerekince, atların bir iki kez koşulmasına göz yumabilirdin!” Herse: “Buna ben de göz yumdum, efendim”; dedi. “Bana karşı öyle aksi bir surat takındılar ki, yağızların yaşamına mal olacak değil ya, diye düşündüm.
1 comment