Mack’tan başka, o babacan Benoni Hartvigsen’in de yeriydi orası. Hartvigsen zengindi, herkese yardım ediyordu. Binaları, deniz tekneleri ve işletmeleriyle Sirilund’un yarısı Mack’ındı, yarısı Hartvigsen’in. Alamana kayığındaki adamlar, “Mack veya Hartvigsen... hangisini isterseniz ona gidin!” demişlerdi bana.
Çiftliğe yukarı yürüdüm, sağa sola bakındım, uğramadan geçip gitmeye karar verdim; yaşlı Mack’ın konağı öylesine büyük ve kibardı çünkü. Mack’a gitmeyip öğleüstü Benoni Hartvigsen’in evine gittim ve kendimi tanıttım. Anlı şanlı bir bey değildim, elimde tüfek, torbamda birkaç basit çamaşır vardı; bu yüzden utana sıkıla, Sirilund konağının hizmetkârlar odasında bir süre barınabilmem için ondan yardım rica ettim.
“Bakarız çaresine!” diye cevap verdi Hartvigsen. “Nerden geliyorsun?”
“Günaydın. Yukarlara, Utvaer’e ve Os’a gideceğim. Adım Parelius; öğrenciyim. Boyadan, resimden anlarım, yapılacak bir işiniz varsa eğer...”
“Şu halde okumuş bir adamsınız.”
“Evet. Kaçak falan değilim. Bu taraflarda bir arkadaşımla buluşacağım. Okul arkadaşımdır, ikimiz de avcıyız. Bir geziye çıkalım dedik.”
“Buyurun, oturun!” dedi Hartvigsen, bir iskemle uzattı.
Başka şeylerin yanı sıra, bir de piyano vardı odada; fakat gidip de hemen el atmaya kalkmadım; ama ne sorduysa bir bir açıkladım Hartvigsen’e; o da bana yiyecek içecek çıkardı. Büyük yakınlık gösterdi, beni Sirilund’a, konağın hizmetkârlar odasına göndereceğine, evinde barındırmak istedi.
“Bende kalabilir, çeşitli işlerde bana yardım edebilirsiniz!” dedi. “Evli misiniz?” diye sordu, gülümsedi Hartvigsen.
“Hayır. Henüz yirmi iki yaşındayım. O kadar büyümedim daha.”
“Sevgiliniz falan da yok galiba?”
“Yok.”
Sonunda şöyle dedi Hartvigsen:
“Çok şey bildiğinize göre evimi, kayıkhanemi, uzun lafın kısası bütün binalarımı süsler, boyar, birkaç resim de yapabilirsiniz bana.”
Gülümsedim, konuşmasındaki tuhaflık biraz şaşırtmıştı beni; demin ona resimden, boyadan anladığımı söylemiştim çünkü.
“Evimde öyle çok eşya var ki!” dedi. “Evimin dışında da güvercinlerim uçuşuyor. Gördüklerinizin hepsi benimdir, fakat hiç tablom yok; hayır, hiç yok!”
Bu sözlere karşılık, elimden gelen her şeyi, istediği her resmi yapacağımı söyledim.
Hartvigsen ambarlara gidip de beni kendi halime bırakınca, içimden bir kuvvet yalnızlıklara çekti beni. Bütün kapılar açıktı önümde: İstediğim yere gidiyor, bir süre sundurmalarda oturuyordum; Tanrı’ya karşı şükran ve minnetle doluydu ruhum; çünkü işte dünyaya açılmış, şimdiye kadar hep iyi insanlarla karşılaşmıştım.
Yortu günlerinden sonra Hartvigsen’in evine, sundurmalarına resimler yapmaya, yaptıklarımı boyamaya başladım. Tüccar Mack’ı, o büyük adamı ilk defa tablolar için gerekli şeyleri almaya, mağazaya gittiğimde gördüm. Genç değildi artık, fakat sert ve kesindi davranışları; sonra baştan başa bir kibarlık, bir yücelik vardı halinde. Gömleği pahalı bir pırlanta iğneyle, saat kösteği altınlarla süslüydü. Kaçak falan olmadığımı, uzun bir geziye çıkmak niyetinde bir öğrenci olduğumu öğrenince enikonu takdir etti beni.
Tablolar ilerledikçe Hartvigsen yaptıklarıma daha da seviniyor, binaları canlandırdığımı söyleyerek beni övüyordu. Arkadaşım Munken Vendt’e bir mektup yolladım: “Yolu şaşırmış değilim, fakat burada iyi kalpli kimselere rastladım, bırakmıyorlar beni,” diye yazdım.
“Sonbahardan önce gelemem, diye yazın!” dedi Hartvigsen. “Yaz boyunca çok işim düşecek size. Tekneler Lofot Adalarından dönünce onlar da boyansın isterim. Öncelikle de, Bergen’e götürdüğüm Funtus çektirisinin boyanmasını!” dedi.
1 comment