Bir çocuktan, Martha adında küçük bir kızdan bahsediyorlardı, Tezgâhtar Steen’in kızından. Rosa razı olursa, Hartvigsen kızı yanıa almak istiyordu.

“Hayır, olmaz!” cevabını verdi Rosa.

“İyi düşün!” dedi Mack birdenbire Rosa’ya.

Rosa ağlamaya başladı. “Nedir sizin benden istediğiniz?” dedi.

Hartvigsen üzülmüştü, Rosa’yı inandırmaya çalıştı:

“Çocuğa reverans yapmasını öğrettiniz. Başka niyetle söylemedim. Onu öyle güzel terbiye ettiniz ki, ben de yanıma alayım dedim. Ağlamayın bunun için!”

“Peki, alın çocuğu; sevap işlemiş olursunuz. Fakat ben gelemem size!” dedi Rosa sesini yükselterek.

Uzun uzun düşündü Hartvigsen. “Siz olmazsanız, alamam çocuğu!” dedi.

“Tabii!” dedi Mack da.

Rosa, olmaz anlamında elini salladı, çıktı gitti salondan.

3

Lofot Adaları’na gidenler, tekneler, kayıklar peş peşe yerlerine dönmeye başladılar. Koydan doğru seslenmeler, şarkılar duyuluyordu; güneş parlıyordu, bahar gelmişti, Hartvigsen gün boyu derin düşüncelere dalmış, ortalarda dolaşıyordu. Fakat taşıtlar gelince balıktan göz açamaz oldu, feraha çıktı. Rosa’yı görmüyordum.

Fener bekçisini tanımakla acayip bir adam tanımış oldum. Schöning’di adı; eskiden gemi kaptanıymış. Bir ikindi üstü rastladım ona; kayalıklarda geziniyor, kumsaldaki kuşlara bakıyordum. Bir taşa oturmuştu, hiçbir şey yapmıyordu. Ben yaklaşırken gözlerini ayırmadı benden; bir yabancıydım çünkü. Ben de ona baktım.

“Nereye böyle?” diye sordu.

“Kuşlara bakıyorum,” diye cevap verdim. “Yasak mı?”

Karşılık vermedi; geçip gittim.

Dönüp geldiğimde hâlâ aynı taşın üzerinde oturuyordu.

“Yuvalarını yaparlarken kuşları tedirgin etmek doğru değil!” dedi. “Ne diye dolaşıyorsunuz buralarda?”

Ben de ona sordum:

“Siz ne diye oturuyorsunuz burada?”

“Hoo, delikanlı!” dedi, avucunu yukarı kaldırdı. “Niye mi oturuyorum? Oturmuş, ömrüme ayak uyduruyorum. Yaa, budur benim yaptığım.”

Gülümsemiş olacağım ki, solgun, sırıtkan, o da gülümsedi, devam etti:

“Bugün dedim ki kendime: Bak işte, kendi hayatının komedisinde bir rol oynamaya başlıyorsun. Pekâlâ, diye cevap verdim kendime. Sonra da geldim, buraya oturdum.”

Acayip bir adamdı böyle; fener bekçisini tanımıyordum; benimle dalga geçiyor, diye düşündüm.

“Benoni Hartvigsen’in yanında kalan genç siz misiniz?” diye sordu.

“Evet.”

“Ona benden selam götürmeyin!”

“Dargın mısınız?”

“Evet. Ayaklarımızın altındaki şu muazzam servet onundu eskiden. Siz şu anda bir milyon tutarında gümüşe basmaktasınız; onundu bu. Sonra hepsini sattı, bir hiç oldu çıktı.”

“Hartvigsen zengin değil mi?”

“Değil. Düzgünce elbiseler satın alacak olsa, artan parasıyla ancak bulgur pişirebilir kendine.”

“Bu hâzineyi bulan, fakat çok az bir paraya almak da istemeyen, siz olmuşsunuz, doğru mu?” diye sordum.

“Hâzineyi ne yapayım ben?” diye karşılık verdi fener bekçisi. “İki kızımı güzelce evlendirdim; oğlum Einar ölmek üzere. Karımla bana gelince; şimdiye kadar yediğimizden fazlasını yiyemeyiz. Herhalde çok aptalım, sizce?”

“Yoo, hayır! Aklımın erdiğinden daha akıllısınız şüphesiz!”

“Çok doğru!” dedi fener bekçisi. “Şu da var: Hayata bir kadınmış gibi davranmak lazım.