İnsan tekrar tekrar bekliyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan bekliyor, bekliyor, bekliyordu, düşünüyor, düşünüyordu, şakakları ağrımaya başlayana kadar düşünüyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan yalnız kalıyordu. Yalnız. Yalnız.
Zamanın dışındaki, dünyanın dışındaki bu yaşayışım on dört gün sürdü. O zaman bir savaş çıksaydı eğer, haberim olmayacaktı; benim dünyam yalnızca masadan, kapıdan, lavabodan, koltuktan, pencereden ve duvardan ibaretti ve hep aynı duvardaki aynı duvar kâğıdına bakıyordum; o kadar sık bakmıştım ki, sivri uçlu desenlerinin her çizgisi sanki madeni uçlu bir oymacı kalemiyle artık beynimin en derin noktasındaki kıvrıma kazınmıştı. Nihayet sorgular başladı. Vaktin gece mi yoksa gündüz mü olduğunu doğru dürüst bilmeden, ansızın çağrılıyorduk. Çağrılıyorduk ve birkaç koridordan geçiriliyorduk, nereye gittiğimizi bilmiyorduk; sonra bir yerde bekliyorduk ve nerede olduğumuzu bilmiyorduk, ardından kendimizi ansızın çevresinde birkaç üniformalı adamın oturduğu bir masanın önünde buluyorduk. Masanın üstünde bir kâğıt yığını vardı: Bunlar, içinde ne olduğu bilinmeyen dosyalardı ve sonra sorular başlıyordu, hakiki ve sahte sorular, açık seçik ve tuzaklı sorular, bir şeyleri gizlemek için sorulan ve yem olarak ortaya atılan sorular ve cevaplar verilirken, yabancı, kötü niyetli parmaklar içlerinde ne olduğunu bilmediğimiz kâğıtları karıştırıyordu ve yabancı, kötü niyetli parmaklar bir tutanağa bir şeyler yazıyorlardı ve ne yazdıkları bilinmiyordu. Fakat bu sorguların benim için en korkunç olan yanı, Gestapo üyelerinin avukatlık büromdaki olaylar konusunda gerçekte neler bildiklerini ve benden ne öğrenmek istediklerini hiçbir zaman bulup çıkaramamamdı. Size daha önce de söylediğim gibi, asıl aleyhte kullanılabilecek belgeleri son dakikada evime bakan kadınla amcama yollamıştım, fakat acaba amcam onları almış mıydı? Yoksa almamış mıydı? Ve büroda çalışan eleman bizi ne ölçüde satmıştı? Mektupların ne kadarını ellerine geçirmişlerdi, aradan geçen süre içersinde temsilciliğini yaptığımız Alman manastırlarında acemi bir din adamının ağzından zorla ne kadar bilgi almışlardı? Ve sürekli soruyorlar, soruyorlardı. Falanca manastır için hangi hisseleri satın almıştım ve hangi bankalarla yazışmıştım, Bay Falanca diye birini tanıyor muydum, tanımıyor muydum, İsviçre'den ve Steenokkerzeel'den hiç mektup almış mıydım? Ve karşımdakilerin ne kadar bilgi sahibi olabileceklerini asla hesaplayamayacağımdan, her cevap korkunç bir sorumluluğa dönüşebiliyordu. Bilmedikleri bir şeyi itiraf ettiğim takdirde, belki gereksiz yere birinin canını tehlikeye atacaktım. Çok fazla inkâra saptığım takdirde ise kendime zararım dokunabilirdi.
Fakat sorgu, en kötüsü değildi. En kötüsü, sorgudan sonra hiçliğime, içinde aynı masanın, aynı yatağın, aynı lavabonun, aynı duvar kâğıdının bulunduğu aynı odaya geri dönmekti. Çünkü kendimle yalnız kalır kalmaz, verebileceğim en akıllıca cevap ne olabilirdi, belki de düşüncesizce bir sözle doğmasına yol açtığım kuşkuyu ortadan kaldırabilmem için bir dahaki sefere ne demem gerekir, bunları kurgulamaya çalışıyordum. Düşünüyordum, söylediklerimi ince eleyip sık dokuyordum, kendi ifademi sorgu yargıcına söylediğim her sözcük açısından denetimden geçiriyordum, karşımdakilerin sormuş oldukları her soruyu ve verdiğim her cevabı yeniden aklımdan geçiriyordum, bütün bunlardan tutanağa neler geçirmiş olabileceklerini tartmaya çalışıyordum ve öte yandan da bunu asla bulup çıkaramayacağımı biliyordum. Fakat bomboş bir uzam içerisinde bir kez harekete geçirilmiş olan bu düşünceler, başımın içinde sürekli dönüp duruyorlardı, hep yeniden dönüyorlardı, her defasında farklı kurgularla dönüp duruyorlardı ve bu durum uyuyana kadar sürüyordu; Gestapo'nun her sorgusunun ardından bu kez aynı acımasızlıkla kendi düşüncelerimi sorgulamanın, araştırmanın ve karşısındakine acı vermenin işkencesini uygulamayı üstleniyorlardı ve böylesi daha da acımasızdı, çünkü öteki sorgulamalar ne de olsa bir saat sonra son buluyordu, oysa bu ikincisi, içinde bulunduğum yalnızlığın alçakça işkencesi nedeniyle hiç bitmiyordu. Ve etrafımda hep yalnızca masa, dolap, yatak, duvar kâğıdı, pencere vardı, oyalanabilecek hiçbir şey yoktu, hiçbir kitap, gazete, yabancı yüz, bir şeyler not etmek için kurşunkalem, oynayacak kibrit yoktu, yoktu, yoktu. Bu otel odası sisteminin ne kadar şeytanca, psikolojik açıdan ne kadar öldürücü biçimde düşünülmüş olduğunun farkına ancak şimdi varıyordum. Toplama kampında belki insan elleri kanayana ve ayakkabıların içindeki ayakları donana kadar el arabasıyla taş taşımak zorunda kalıyordu, iki düzine insanla berbat bir kokunun içinde, soğuktan donarak yatıyordu. Ama öte yandan insan, yüzler görebiliyordu, bir tarlaya, bir el arabasına, bir ağaca, bir yıldıza, herhangi bir şeye, ne olursa olsun, herhangi bir şeye bakışlarını dikebiliyordu, oysa burada insanın çevresinde hep o aynılık vardı, hep o değişmeyen, korkunç aynılık vardı. Burada dikkatimi düşüncelerimden, sanrılarımdan, hep aynı şeylerden ayırabilecek hiçbir şey yoktu. Ve amaçladıkları da zaten özellikle buydu –düşüncelerimi yutacak, yutacaktım, ta ki boğulana ve sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayana kadar, her şeyi söyleyene, istedikleri her şeyi söyleyene, kanıtları ve insanları teslim edene kadar. Yavaş yavaş sinirlerimin hiçliğin bu korkunç baskısı altında gevşemeye başladığını hissettim ve tehlikenin bilincinde olarak, dikkatimi dağıtacak herhangi bir şey bulabilmek ya da icat edebilmek için sinirlerimi neredeyse kopma noktasına kadar gerdim. Kendimi meşgul etmek için daha önce ezbere öğrenmiş olduğum ne varsa, hepsini, ulusal marşı ve çocukluk döneminin uyaklı şiirlerini, lise yıllarındaki Homeros'u, Medeni Kanun'un maddelerini ezbere okumaya ve yeniden kurgulamaya çalıştım. Daha sonra hesap yapmayı, rasgele sayıları toplamayı, bölmeyi denedim, ama belleğim boşlukta içinde herhangi bir şey tutabilme gücünden yoksundu.
1 comment