Dikkatimi hiçbir şey üzerinde toplayamıyordum. Aynı düşünce hep araya giriyor ve kıvılcımlanıyordu: Ne biliyorlar? Dün ne söyledim, gelecek defa ne söylemeliyim?
Aslında tarif edilmesi imkânsız olan bu durum dört ay sürdü. Şimdi, evet –dört ay, yani yazılması çok kolay, yalnızca harflerle, o kadar! Ve dile getirilmesi de kolay: dört ay –iki hece. Dudaklar, saniyenin dörtte biri kadar bir zamanda bunu hemen seslendirebilir: dört ay! Fakat öte yandan kimse, belli bir zamanın mekânsızlıkta, zamansızlık içerisinde ne kadar sürdüğünü anlatamaz, ölçemez, somutlaştıramaz, ne bir başkası için ne de kendi kendisi için ve insan hiç kimseye bu çepeçevre ve sürekli hiçliğin, bu hep masanın ve yatağın ve lavabonun ve duvar kâğıdının ve hep suskunluğun, karşısındakinin yüzüne bakmaksızın yemeği içeriye iten hep aynı nöbetçinin, hiçlik içerisinde aynı noktanın çevresinde insanı çıldırtıncaya kadar dolanan hep aynı düşüncelerin bir insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıkıma sürüklediğini anlatamaz. Küçük belirtilerden beynimin karışmakta olduğunu tedirginlikle fark ediyordum. Başlangıçta sorgular sırasında iç dünyam, henüz berraktı, sakin ve düşünerek ifade vermiştim. Neyi söylemem, neyi söylememem gerektiğine ilişkin o çifte düşünme eylemi henüz yolunda gidiyordu. Şimdi ise artık en yalın cümleleri bile ancak kekeleyerek seslendirebiliyordum, çünkü ifade verdiğim sırada bir yandan da hipnotize edilmişçesine ve sanki kendi kelimelerimin arkasından koşmak istiyormuşum gibi, bakışlarımı tutanağı oluşturarak kâğıdın üstünde koşan kaleme dikiyordum. Gücümün azaldığını hissediyordum, belli bir anın, kendimi kurtarmak için bildiğim her şeyi, hatta bu hiçliğin beni boğmasından kaçmak için daha da fazlasını anlatacağım, on iki insanı ve onların sırlarını ele vereceğim, fakat böyle yapmakla kendim için sadece tek bir rahat soluk almaktan fazlasını elde edemeyeceğim anın yaklaşmakta olduğunu hissediyordum. Bir akşam o an hakikaten gelmişti: Nöbetçi rastlantı sonucu tam da o boğulma anında yemeği getirdiğinde, ansızın arkasından haykırdım: ‘Beni sorguya götürün! Her şeyi söylemek istiyorum! Her şeyi açıklamak istiyorum! Belgelerin nerede olduğunu, paranın nerede saklandığını söylemek istiyorum! Her şeyi söyleyeceğim, her şeyi!' Neyse ki adam uzaklaştığından beni artık duymadı. Belki duymak da istemiyordu.
O en uç bunalım noktasında önceden kestirilemeyen ve kurtuluş anlamına gelen, en azından belli bir süre için kurtuluş anlamına gelebilecek bir şey oldu. Temmuz sonuydu, karanlık, bulutlu, yağmurlu bir gündü: Yağmur sorguya götürüldüğüm koridorun pencere camlarına çarptığı için, bu ayrıntıları çok iyi hatırlıyorum. Sorgu yargıcının odasının önündeki bekleme odasında beklemek zorunda kaldım. Her götürülüşte beklemek zorunluydu: Bu bekletmek de tekniğin bir parçasıydı. Önce gecenin bir saatinde seslenerek, hücreden ansızın alarak sinirleri geriyorlardı ve sonra, insan kendini sorguya hazırladığında, direnmek için aklını ve iradesini seferber ettiğinde, bedeni yormak, ruhu da zayıf düşürmek için sorgudan önce bekletiyorlardı, anlamsızca, anlamsızca bekletiyorlardı, bir saat, iki saat, üç saat bekletiyorlardı. Ve o 27 Temmuz Perşembe günü beni çok daha uzun süre beklettiler, tam iki saat bekleme odasında ayakta beklettiler; bu tarihi de belli bir nedenden ötürü çok iyi hatırlıyorum, çünkü –elbette oturmama izin verilmeksizin– iki saat boyunca ayakta beklediğim o odada bir takvim asılıydı ve basılı bir şeye, yazılı bir şeye duyduğum açlıkla bakışlarımı o tek sayıya, sadece iki kelimeden o ‘27 Temmuz' yazısına nasıl diktiğimi, nasıl sürekli diktiğimi size açıklamayı inanın beceremem; sanki o kelimeleri beynimle yedim. Ve sonra yine bekledim, bekledim ve acaba ne zaman açılacak diye hep kapıya baktım ve aynı zamanda da engizisyon görevlilerinin bu defa ne sorabileceklerini düşündüm ve aynı zamanda da bana kendimi hazırladığım konudan çok farklı bir şey soracaklarını da biliyordum. Ama bütün bunlara rağmen bu beklemenin ve ayakta durmanın azabı aynı zamanda bir nimetti, bir hazdı, çünkü bu oda ne de olsa benimkinden farklıydı, biraz daha büyüktü ve bir yerine iki penceresi vardı, içinde o yatak yoktu, o lavabo yoktu ve pencerenin çerçevesindeki belki milyon defa gördüğüm o çatlak yoktu. Kapının boyası farklıydı, duvarın önünde başka bir koltuk duruyordu ve sol tarafta da içinde dosyalarla bir evrak dolabı, bir de kancalarıyla birlikte bir gardırop vardı, kancalarda üç ya da dört ıslak asker pardösüsü asılıydı, bunlar, benim cellat yardımcılarıma aitti. Dolayısıyla bakabileceğim yeni, farklı bir şeyler vardı, açlık çeken gözlerim sonunda çok farklı şeyler görebilecekti ve gözlerim açgözlülükle her ayrıntıya pençelerini geçiriyorlardı. Bu pardösülerin üstündeki her kırışığı gördüm, örneğin ıslak yakalardan birinin ucundaki bir damlayı gördüm ve kulağınıza ne kadar gülünç gelirse gelsin, saçma bir heyecanla acaba bu damla kırışıktan aşağı kayıp gidecek mi, yoksa biraz daha yerçekimi gücüne karşı kendini savunup daha uzunca süre asılı kalacak mı diye beklemeye başladım –evet, sanki hayatım ona bağlıymışçasına, bu damlaya dakikalarca baktım, baktım. Ardından, damla sonunda yuvarlanıp gidince, bu kez yeniden pardösülerdeki düğmeleri saydım, birincisinde ve ikincisinde sekizer, üçüncüsünde ise on düğme vardı, sonra yine rütbe işaretlerini karşılaştırdım; bütün bu gülünç, önemsiz ayrıntılar, açlık çekmiş gözlerimi anlatmayı başaramayacağım bir açgözlülükle elliyor, kuşatıyor, her taraftan yakalıyordu. Ve bakışlarım ansızın bir şeye takılıp kaldı. Pardösülerden birinin yan cebinin biraz şişkin olduğunu keşfetmiştim. Yaklaştım ve şişkinliğin dikdörtgen biçiminden bu biraz şişmiş olan cepte ne taşındığını anlar gibi oldum: bir kitaptı! Dizlerim titremeye başladı: bir KİTAP! Dört ay boyunca elime tek kitap almamıştım ve bir kitabı, insanın birbirine eklenmiş kelimeleri, satırları, sayfaları görebileceği, farklı, yeni, yabancı, dikkati başka yerlere yönlendirici düşünceleri okuyabileceği, izleyebileceği, beynine alabileceği bir kitabı sadece kafamda canlandırmanın bile aynı zamanda hem heyecanlandırıcı hem de uyuşturucu bir etkisi vardı. Gözlerim hipnotize olmuşçasına o cepteki kitabın biçimlediği küçük kabarıklığa takılı kalmışlardı, o pek dikkat çekmeyen noktayı sanki pardösüde bir delik açmak istiyormuşçasına yakmaktaydılar. Sonunda içimdeki tutkuyu daha fazla engelleyemedim; elimde olmaksızın daha çok yaklaştım. Bir kitaba kumaşın arkasından ellerimle en azından dokunabilmenin düşüncesi bile parmaklarımdaki sinirleri tırnaklara kadar yakıp tutuşturmuştu. Neredeyse farkında olmaksızın, gittikçe daha çok yaklaşıyordum. Neyse ki nöbetçi, benim hiç kuşkusuz tuhaf görünen davranışlarıma dikkat etmiyordu; belki de bir insanın iki saat boyunca ayakta durduktan sonra biraz duvara dayanmak istemesini çok doğal saymıştı.
1 comment