Dönüşüm, tam anlamıyla başarılmıştı: Satranç tahtasını taşlarıyla birlikte iç dünyama yansıtmıştım ve tıpkı deneyimli bir müzisyenin bütün sesleri ve bunların birlikteliğini duyabilmesi için sadece notalara bakmasının yeterli olması gibi, ben de yalnızca formüllerin yardımıyla belli bir konumu kuşbakışı görebiliyordum. Aradan on dört gün daha geçtikten sonra, kitaptaki her satranç partisini ezbere –ya da teknik terimiyle: körü körüne– tekrar edebilecek hale gelmiştim; küstahça yaptığım hırsızlık sonucu kendi adıma ne kadar ölçüsüz bir esenliği fethetmiş olduğumu ancak yeni yeni anlamaya başlamıştım. Çünkü ansızın yapacak bir işim olmuştu –anlamsız, amaçsız bir iş diyebilirsiniz buna eğer isterseniz, ama yine de etrafımdaki hiçliği hiçe indirgeyen bir etkinlikti, yüz elli turnuva oyunuyla birlikte elime zamanın ve mekânın baskısına karşı mucizevi bir silah geçmişti. Bu yeni meşguliyetin çekiciliğini sürekli koruyabilmek için, o andan başlayarak her günü titizlikle programladım: İki parti sabah, iki parti öğlenden sonra oynuyor, akşamları da hızlı bir tekrar yapıyordum. Böylece eskiden jelatin gibi ve herhangi bir biçimden yoksun olarak uzadıkça uzayan günlerim artık dolmuştu, yorgun düşmeksizin sürekli meşguldüm, çünkü satranç oyununun tinsel enerjileri dar sınırlarla çevrili bir alana sürgün ederek, en zorlayıcı düşünme edimlerinde bile beyni bitkin düşürecek yerde onun ataklığını ve gerilim gücünü daha da yükseltmek gibi mucizevi bir üstünlüğü vardır. Bende de zamanla ilk önceleri turnuva oyunlarının salt mekanik nitelikteki tekrarlanması noktası, yerini sanatsal, zevk kaynağı bir anlayışın uyanışına bırakmaya koyuldu. Saldırının ve savunmanın inceliklerini, tuzaklarını, netlik noktalarını anlamaya başladım, ileriyi düşünmenin, bağlantılar kurmanın, doğrudan saldırıya geçmenin tekniğini kavradım ve çok kısa bir süre sonra tek tek her satranç ustasının bireysel oyun oynama biçiminden yansıyan kişisel özelliğini, tıpkı insanın bir şairin dizelerini birkaç satırla saptayabilmesi gibi, hiç yanılmadan görür oldum; sadece vakit geçirmeye yarayan bir meşguliyet olarak başlayan şey, bir hazza dönüştü ve Alehin, Lasker, Bogolyubov, Tartakower gibi satrancın büyük strateji uzmanları, yalnızlığıma sevdiğim dostlar olarak girdiler. Sessizlik içerisindeki hücre, her gün sonsuz değişimlerle ruh kazanıyordu ve özellikle alıştırmaların belli bir düzen içerisinde akışı düşünebilme yeteneğime sarsılmış olan güvenini yeniden kazandırmaktaydı; beynimi tazelenmiş ve dahası, sürekli düşünmenin disiplini aracılığıyla, yeniden bilenmiş gibi hissetmekteydim. Artık çok daha net ve yoğunlaşarak düşünebildiğim, kendini özellikle sorgularda belli etmekteydi; satranç tahtasının başında farkına varmaksızın kendimi sahte tehditlere ve gizli tuzaklara karşı savunma konusunda yetkinleştirmiştim; o andan başlayarak, sorgular sırasında artık hiçbir açık vermedim ve dahası, Gestapo üyelerinin bana zamanla belli bir saygıyla bakmaya başladıklarını hisseder gibi oldum. Ötekilerin hepsinin yıkılıp çözüldüklerini görmüş oldukları için, içlerinden belki de böylesine sarsılmaz bir direniş için gereken gücü hangi gizli kaynaklardan almış olabileceğimi sormaktaydılar.

O kitaptaki yüz elli partiyi sistematik bir biçimde her gün oynadığım bu mutlu dönemim yaklaşık iki buçuk üç ay sürdü. Sonra kendimi hiç beklenmedik bir biçimde bir ölü noktada buldum. Ansızın yeniden hiçliğin önündeydim. Çünkü her parti, yirmi veya otuz kez yeniden oynamamın ardından, yenilikten ve sürprizlerden kaynaklanan çekiciliğini benim için artık yitirmişti, başlangıçta onca heyecan verici, teşvik edici olan gücü tükenmişti. Her hamlesini çoktandır ezbere bildiğim oyunları bir daha, bir daha oynamanın bir anlamı var mıydı? Ben daha ilk açılışı yapar yapmaz bu açılışın sonraki akışı neredeyse kendiliğinden içimde çözülüveriyordu, artık sürprizler, gerilimler, problemler kalmamıştı. Kendimi oyalamak için, artık onlarsız yapamadığım çabaları ve dikkatimi başka noktalara çekebilecek eylemleri yeniden yaratabilmek için şimdi içinde farklı satranç partilerinin bulunduğu bir başka satranç kitabı gerekirdi. Ama tamamen olanaksız olduğundan, bu tuhaf yörüngede izlenebilecek yalnızca tek bir yol vardı: Eski oyunların yerine yenilerini icat etmek zorundaydım. Kendi kendimle veya daha doğrusu kendime karşı oynamayı denemeliydim.

Sizin bu oyunların oyunundaki tinsel konum üzerine şimdiye kadar ne ölçüde düşünmüş olduğunuzu bilemiyorum. Ancak rastlantıyla hiç ilintisiz, salt düşünce oyunu niteliğinde bir oyun olan satranç açısından insanın kendi kendisine karşı oynamak istemesinin mantıken tam bir saçmalık olduğu, en yüzeysel düşünceyle dahi anlaşılabilecek bir şeydir. Çünkü aslında satrancın çekici yanı, stratejisinin birbirinden farklı iki beyinde ayrı ayrı gelişmesidir, bu tinsel savaşta siyahın beyazın manevralarını bilmemesi, bu yüzden de sürekli anlamaya ve önlemeye çalışmasıdır; öte yandan beyaz da siyahın gizli amaçlarını aşmak ve engellemek çabasındadır. Şimdi siyah ile beyaz tek ve aynı kişilikte birleştiklerinde, ortaya tek ve aynı beynin eşzamanlı olarak bir şeyi bilmesinin ve ama bilmemesinin gerekmesi, beyaz olarak hareket ettiğinde daha bir dakika önce siyah tarafken istemiş ve amaçlamış olduğunu bir komutla bütünüyle unutmayı başarabilmesi gibi saçma bir durum çıkar. Bu tür bir çifte düşünme eylemi, bilincin mutlak anlamda bölünmesini, beynin işlevinin sanki mekanik bir aygıtmışçasına istendiği zaman açılıp kapatılabilmesini koşul kılar; demek ki satrançta insanın kendi kendisine karşı oynamak istemesi, kendi gölgesinin üzerinden atlamak istemesi gibi anlamsız bir zıtlık durumudur.

Şimdi, kısaca söylemem gerekirse eğer, bu olanaksızlığı, bu saçmalığı aylar boyunca denedim. Ancak katıksız bir deliliğin veya mutlak anlamda hastalıklı bir ruhsal durumun tutsağı olmamak için bu saçmalıktan başka yapabileceğim bir seçim yoktu. Durumumun korkunçluğu nedeniyle, bir Siyah Ben ve bir de Beyaz Ben olmak üzere, bu iki parçaya ayrılmayı en azından denemek zorundaydım, çevremi saran o korkunç hiçliğin altında ezilmemek için."

Dr. B. şezlongda geriye doğru yaslandı ve bir dakika için gözlerini kapattı. Sanki çok tedirgin edici bir anıyı bastırmak ister gibiydi. Engel olamadığı o tuhaf titreme, yine ağzının sağ ucundan geçti. Sonra şezlongunda biraz daha doğrularak oturdu.

"Evet –bu noktaya kadar size her şeyi epey anlaşılır biçimde açıklayabildiğimi sanıyorum. Fakat bundan sonrasını da size benzer bir açıklıkla, somut olarak anlatabileceğimden kesinlikle emin değilim. Çünkü sözünü ettiğim yeni meşguliyet, beynin kendisine yönelik başkaca her türlü denetimini olanaksız kılacak ölçüde bir gerilim içerisinde çalışmasını koşul kılıyordu.