Sonunda artık pardösünün yanına varmıştım ve ellerimi de, dikkati çekmeksizin paltoya dokunabilsinler diye, arkama götürmüştüm. Kumaşa dokundum ve arkasında gerçekten dörtgen biçiminde bir şeyin varlığını hissettim; bu şey esnekti ve hafiften hışırdıyordu –bir kitap! Bir kitap! Ve düşünce, kafamda bir şimşek gibi çaktı: Çal o kitabı! Belki de başarırsın ve hücrende saklarsın, sonra da okursun, okursun, okursun, sonunda tekrar okuyabilirsin! Bu düşünce içime girer girmez bir zehir etkisi yaratmaya başlamıştı; ansızın kulaklarım uğuldamaya ve kalbim deli gibi atmaya başladı, ellerim buz kesmişti ve artık beni dinlemiyorlardı. Fakat ilk uyuşukluğun hemen ardından hafiften ve gizlice pardösüye daha da yaklaştım, gözlerimi nöbetçiden hiç ayırmaksızın arkamda sakladığım ellerimle cebin içinden kitabı yukarıya, gittikçe, gittikçe yukarıya doğru itmeye başladım. Ve sonra: Bir tutma hareketi, hafif, dikkatli bir çekiş ve ansızın küçük, çok kalın olmayan kitabı elimde buldum. İşte o anda kendi yaptığımdan korkuya kapıldım. Ama artık geri dönemezdim. İyi de, kitabı nereye koyacaktım? Cildi arkamda, pantolonun altına, kemerin pantolonu tuttuğu yere, oradan da yavaş yavaş kalçaya doğru ittim, böylece yürürken kitabı elimle ve askerce bir tutuşla pantolon dikişinin geçtiği yerde sabit tutabilecektim. Şimdi sıra, ilk provayı yapmaya gelmişti. Gardıroptan uzaklaştım, bir adım, iki adım, üç adım uzaklaştım. Oluyordu. Elimi kemere sıkıca bastırdığım takdirde, kitabı yürürken tutabiliyordum.

Sonra sıra sorguya geldi. Bu sorgu benim açımdan her zamankinden daha zahmetli oldu, çünkü cevap verirken aslında bütün gücümü ifadem üzerinde değil, fakat kitabı dikkati çekmeksizin sıkı tutabilmek üzerinde yoğunlaştırmıştım. Neyse ki sorgu bu defa kısa sürdü ve kitabı odama salimen getirebildim –burada ayrıntılarla zamanınızı almak istemiyorum, bir ara, koridorun ortasındayken, kitap tehlikeli bir biçimde pantolondan aşağıya kaydı ve ben de eğilip kitabı tekrar kuşağın altına itebilmek için şiddetli bir öksürük nöbetine yakalanmış gibi yapmak zorunda kaldım. Fakat kitapla birlikte cehennemime geri döndüğüm an, ne andı! Sonunda yalnızdım ve artık asla yalnız olmayacaktım!

Şimdi herhalde hemen kitabı elime aldığımı, gözden geçirip, okuduğumu tahmin ediyorsunuzdur. Asla! İlk yapmak istediğim, yanımda kitap olmasından kaynaklanan bir tür ön hazzı tatmaktı, çalınmış olan bu kitabın ne türden bir kitap olmasını en çok yeğleyeceğimi düşlememden doğan, asıl olayı yapay bir biçimde geciktiren, sinirlerimi olağanüstü tahrik hazzı yaşamaktı: Kitap, her şeyden önce çok küçük puntoyla basılmış olmalıydı, pek çok harf içermeliydi, çok, ama çok fazla sayıda incecik sayfaları bulunmalıydı, böyle olmalıydı ki, daha uzun zaman okuyabileyim. Ve sonra bir başka isteğim de, kitabın sığ değil, ama tinsel açıdan beni zorlayacak bir eser olmasıydı, kolay değil, fakat insanın öğrenebileceği, ezbere öğrenebileceği bir eser, belki şiir ve en iyisi de –ne cüretkâr bir düş!– Goethe veya Homeros. Fakat sonunda açgözlülüğümü, merakımı daha fazla engelleyemedim. Nöbetçi ansızın kapıyı açtığı takdirde beni yakalayamasın diye yatağa uzandıktan sonra, titreyerek kuşağımın altından kitabı çektim.

İlk bakış, bir düş kırıklığıydı ve dahası acıyla yoğrulmuş bir öfkeydi: Onca büyük tehlikelerle ele geçirilmiş, onca yakıcı bir beklentiyle saklanmış olan bu kitap, satranç oyununa ait bir seçkiden, yüz elli şampiyonluk oyununu bir araya getiren bir seçkiden başka bir şey değildi. Sürgülerin ve kilitlerin ardında olmasaydım eğer, duyduğum ilk öfkeyle birlikte kitabı açık bir pencereden fırlatıp atardım, çünkü bu saçmalık ne işime yarayacaktı ki? Lisedeyken, öteki oğlan çocukları gibi ben de arada sırada can sıkıntısından bir satranç tahtasının başına geçip oynamaya çalışmıştım. Fakat bu kuramsal metinle ne yapabilirdim? Satranç, bir hasım olmadan oynanamazdı, hele taşlarsız ve satranç tahtasız hiç oynanamazdı. Keyfim kaçmış olarak ve belki yine de okunabilecek bir şey, bir giriş, bir rehber keşfedebilirim diye sayfaları karıştırdım; ama şampiyonalardaki oyunlara ait çıplak ve kare biçimi diyagramlardan, onların altında da başta bana anlaşılmaz gelen a2-a3, Sf1-g3 gibi işaretlerden başka hiçbir şey bulamadım. Bütün bunlar bana, elimde anahtarı bulunmayan bir tür cebir işlemi gibi gözüküyordu. Ancak zaman geçtikçe a, b, c harflerinin yatay sütunlar, 1'den 8'e kadarki sayıların da dikey sütunlar için kullanılmış olduğunu ve her figürün o anda bulunduğu yeri belirlediğini çözdüm; böylece salt grafik nitelikteki diyagramların yine de bir dili olmuş oldu. Belki de, diye düşündüm, hücremde bir tür satranç tahtası tasarımlayabilirim ve ondan sonra da bu satranç partilerini tekrar edebilirim; yatak örtümün rastlantı sonucu kaba kare biçimi desenlerden oluşması, benim için gökten gelen bir işaretti. Doğru katlandığı takdirde örtü, altmış dört kare elde edilebilecek biçimde düzenlenebiliyordu. Bu durumda önce kitabı şiltenin altına sakladım ve ilk sayfayı yırtıp aldım. Daha sonra ekmeklerimden biriktirdiğim küçük kırıntıları, elbette gülünç denilecek kadar acemice olmak üzere, şah, vezir ve öteki figürler halinde yoğurmaya başladım; sonsuz çabalardan sonra nihayet kareli yatak örtüsünün üstünde satranç kitabında resimleri bulunan pozisyonları yeniden kurmaya girişebildim. Ama bütün bir oyunu tekrar etmek istediğimde, ekmek kırıntılarından yapılma ve birbirlerinden ayırabileyim diye yarısını toza bulayıp koyulttuğum gülünç figürlerimle birlikte önce tam bir başarısızlığa uğradım. İlk günler taşları sürekli karıştırıyordum: Aynı oyuna beş kez, on kez, yirmi kez hep baştan başlamak zorunda kalıyordum. Fakat şu yeryüzünde benim gibi, yani hiçliğin kölesi olan biri kadar kullanılmamış ve yararsız zamana sahip bulunan biri var mıydı? Kim benimkisi kadar ölçüsüz bir tutkuya ve sabra sahipti? Aradan henüz altı gün geçmişti ki, o partiyi hiç kusursuz sonuna kadar götürdüm, ondan sekiz gün sonra satranç kitabındaki pozisyonları kendi açımdan somut biçimde görebilmem için artık yatak örtüsünün üstündeki ekmek kırıntılarına ihtiyacım kalmamıştı; aradan bir sekiz gün geçtikten sonra ise kareli yatak örtüsü de gerekliliğini yitirdi; kitabın başlangıçta soyut nitelik taşıyan a1, a2, c7 ve c8 gibi işaretleri, alnımın arkasında görsel, plastik konumlara dönüşmüştü.