Ve konuşuyordum, konuşuyordum, kendi kendimle arkadaşlık ediyordum. İkimiz yalnızdık.
Bu akşam yeniden, bayırdan konuşmalarla şarkıların karıştığı bir uğultu işitiliyordu. Benim hiç inmediğim, öteki yamaçtan gelen sesler sanki başka zamanların bir çağrısı gibiydi, gençliğin sesiydi. Bir an için akşamları Çingeneler gibi, tepenin en uç noktalarında karıncalar gibi kaynaşan kaçaklar çetesi geldi aklıma. Ama bu ses yer değiştirmiyordu, hep aynı yerden çıkıyordu. Bu tehditkâr karanlık altında, dilsiz kente karşı bir grubun, bir ailenin, sıradan insanların şarkılar söyleyerek ve gülerek bekleyişi daha kolay kıldıklarını düşünmek tuhaftı. Bunu bile yapmanın cesaret istediğini düşünemiyordum. Haziran ayıydı, göğün altındaki gece güzeldi, insanın kendini şöyle bir bırakıvermesi yeterliydi; ama ben kendi adıma mutluydum, çünkü bu günlerde ne gerçek bir tutku, ne bir engel yoktu, yalnızdım, kimseye bağlı değildim. Şimdi bana öyle geliyordu ki, işin eninde sonunda tepe ve kent arasındaki bu dalgalanmaya, yarına ait her türlü tasarıyı, uyanışı sınırlayan o sürekli kaygıya varacağını biliyordum ve beni bir dinleyen olsa sanki bunu söyleyiverecektim bile.
Belbo, kenardaki otlarda durmuş seslere karşı havlıyordu. Onu tasmasından çektim, susturdum ve daha dikkatle dinledim. Esrik sesler arasında ayık sesler de olduğu gibi bir de kadın vardı orada. Sonra güldüler, dağıldılar, derken öylesine güzel bir erkek sesi tek başına yükseldi.
Tam geri dönmek üzere yürüyecekken kendi kendime şöyle dedim: “Aptalın tekisin sen. Seni bekleyen iki ihtiyar kadın. Bırak beklesinler.”
Karanlıkta, şarkı söyleyenlerin yerini saptamaya çalışıyordum. ‘Belki de tanıdığım kişilerdi,’ diye geçirdim içimden.
Belbo’yu aldım ve öte yana yürüyeceğimizi söyledim. Sessizce bir şarkı mırıldandım ve ona, “Şuraya gidelim,” dedim. Ok gibi fırlayarak gözden yitti.
Bunun üzerine, kendimi seslerin rehberliğine bırakarak, patikadan yürüdüm.
II
Yola çıktığımda karanlığı dinliyordum ki, tepenin ötesinde ağustosböceklerinin sesi her şeyi bastırırken, alarm çaldı. Sanki oradaymışım gibi kentin buz kestiğini, adımların sıklaştığını, kapıların çarptığını, yolların telaşla boşaldığını hissettim. Buradaysa yıldızlardan ışık yağıyordu. Vadideki şarkılar kesilmişti şimdi. Belbo az ötede havladı. Ona doğru koştum. Bir bahçeye girmiş, evinden çıkmış insanların arasında zıplamaktaydı. Aralık kapıdan ışık sızıyordu. Birileri bağırdı; “Kapıyı ört sersem,” ve yüksek sesle güldüler. Kapı kapandı.
Aralarında Belbo’yu tanıyanlar vardı, birileri iyi niyetlerle iki yaşlı kadından söz etti, kim olduğumu sormadan beni aralarına aldılar. Karanlıkta seğirtip duruyorlardı, birkaç çocuk vardı ve hep yukarı bakıyorlardı. “Gelecekler mi, gelmeyecekler mi?” diyorlardı. Torino’dan, felaketlerden, yıkılan evlerden söz ediyorlardı. Bir kenarda oturan kadın kendi kendine inliyordu.
“Burada dans edildiğini sanmıştım,” deyiverdim öylesine.
“Keşke,” dedi, önceden Belbo’yla konuşan delikanlının gölgesi, “ama hiç kimse kavalını getirmeyi akıl etmiyor ki.”
“Buna cesaret edebilecek miydin?” dedi bir kız sesi.
“O, evi yanarken bile dans eder.”
“Evet, evet,” dedi bir başkası.
“Bu olmaz, savaştayız.
1 comment