İtalyanlar, -burada ses değişti- bu savaşı sizin için yaptım. Size bunu armağan ediyorum, buna layık olmalısınız. Artık ne dans edilecek, ne
uyunacak. Yalnızca, benimle savaşmaksınız.”
“Sus Fonso, bir duyan olur.”
“Ne yapalım? Şarkı söylüyoruz işte.”
Ve o ses az önceki şarkıyı söyledi, ama daha alçak, kısık bir tonda. Sanki ağustosböceklerini rahatsız etmekten çekiniyordu. Genç kızlar birleştiler, o delikanlı kıra koştu. Belbo öfkeyle havlamaya koyuldu.
“Uslu dur,” dedim ona.
Ağaçların altındaki masada hasır sepetli şarap şişesi ve bardaklar duruyordu. Ev sahibi olan yaşlı adam, bir bardak da benim için doldurdu. Burası bir tür meyhane gibiydi, ama herkes aşağı yukarı akraba sayılırdı ve topluca Torino’dan gelmişlerdi.
“Böyle gittiği sürece, sorun yok,” diyordu yaşlı bir kadın, “ama yağmurlar, çamurlar başlayınca ne olacak?” “Korkmayın nine, sizin için burada her zaman bir yerimiz vardır.”
“Bu bir şey değil, kış zor.”
“Bu kış savaş biter,” dedi bir oğlan çocuğu ve kaçıp gitti.
Fonso ve kızlar şarkı söylüyorlardı, ama sesleri kısıktı. Uzaktan gelecek bir uğultuyu, bir patlamayı bekler gibiydiler. Ben de, arada bir ağustosböceklerinin korosuna kulak veriyordum ve yaşlı kadın kapının kanadını açar açmaz, ben de kapaması için bağırıverdim.
Bu insanların, bu gençlerin şakalarında, dostluğun ve şarabın verdiği o kolay nezaket vardı, bu tanıdığım bir şeydi; bana bir zamanların kentini, başka akşamları, Po kenarındaki gezileri, meyhanelerin, buluşma noktalarının çokluğunu, geçmiş dostlukları hatırlatıyordu. Ve tepenin serinliğinde, o boşlukta, her an tetikte durmayı gerektiren kaygıda, daha eski, daha topraksı, daha geçmiş bir tat buluyordum. Farkında olmadan kızların, kadınların seslerini izliyor ve susuyordum. Fonso’nun çıkışlarına yavaşça, mutlulukla gülüyordum. Bulutsuz göğün altında, ötekilerle bir kütüğün üzerinde oturuyordum.
Bir ses bana, “Ya siz ne yapıyorsunuz? Burada yazlıkta mısınız?” diye sordu.
Bu sesi tanıdım. Şimdi düşününce bana oldukça doğal geliyor. Onu tanıdım ve kendime, kimdi diye sormadım. Bu biraz kırçıllı, kışkırtıcı ve kalın bir sesti. Bu bana, kadınlara ve yere çok özgü bir ses gibi geldi.
Şakayla, köpeğimle yermantan aradığımı söyledim. Bana yer mantarlarının hangisinin yendiğini nerede öğrettiğimi sordu. “Öğrettiğimi kim söyledi?” dedim şaşkınlıkla, “Anlaşıldı,” dedi bana karanlıkta. Sesinde nağmeli bir şey vardı. Sanki maskeli bir kılıkta konuşulur gibiydi. Bir an için önceki konuşmaları geçirdim aklımdan; kandırıldığımı düşünmedim ve sonunda ihtiyar kadınları tanıyanlar, benim hakkımda da bir şeyler biliyorlardır kanısına vardım. Ona Torino’da mı, tepede mi oturduğunu sordum.
“Torino’da,” dedi sakince bana.
Bu loş ışıkta onun hoş yapılı biri olabileceğini sezdim. Omuzlarının ve dizlerinin kıvrımı seçiliyordu. Dizlerini elleriyle kavuşturarak oturuyor, mutlu bir edayla başını arkaya atıyordu. Onun yüzünü seçebilmeye çalıştım.
“Umarım beni yemeye niyetlenmiyorsunuzdur,” dedi yüzüme.
O anda alarm sustu. Bir an için herkes inanamazcasına sustu, sonra dehşetli bir gürültü koptu, gençler zıplıyor, yaşlılar dua ediyor, erkekler ellerini bardaklarına atıyor ve saati gösteriyorlardı. “Bu gecelik bitti.” “Daha sonra gelirler.” “İtalyanlar, bunu sizin için yaptım!”
Genç kız yerinden kımıldamamıştı.
1 comment