Bu bilgi cumhuriyetinin başkanı sayılan Rotterdam'lı Erasmus, ileride göreceğimiz gibi, Thomas More'un en yakın arkadaşıydı.
Ne denli bilgili olurlarsa olsunlar, İngiliz Hümanistler'in yaratıcı yanları yoktu. Aralarında ancak More gerçek bir yazardı. Ne var ki, More, sözcüğün her iki anlamıyla tam bir Hümanist olmasaydı, Legouis'nin haklı olarak "İngiliz Hümanizmi'nin başyapıtı" saydığı Utopia'yı yazamazdı gene de. Çünkü Utopia'yı yazabilmek için, hem klasik Yunan düşüncesini, özellikle Platon'u iyi bilmek, hem de insanın yeryüzünde geleceği konusunda ortaçağın olumsuz inançlarından arınmış olmak gerekiyordu. Ortaçağda benimsenen tutuma göre, insanlar yaradılıştan kötüydü; bu dünyada doğru dürüst bir düzen kurup mutlu olmaları umulamazdı; günahlarının cezasını çektikten sonra, ancak öteki dünyada mutlu olabilirlerdi belki. Oysa tüm Rönesans aydınları gibi insanın geleceğine umutla bakan Thomas More'a göre, insan yaradılışında hiçbir kötülük yoktu. Tam tersine, Tanrı'nın yarattığı ulu bir varlıktı insan ve aklını kullanarak, karşısına dikilen engelleri aşabilir, kusursuz toplumlar kurabilirdi günün birinde. Gerçi, More'un Utopia'yı Hümanistler'in ortak dili olan Latinceyle yazması doğaldı; ama şu da var ki, More kitabını 1516'da değil de, 1616'da yazsaydı, Latince kullanmayı düşünmezdi herhalde. Çünkü Hümanistler çoğalıp güçlendikçe, ilk bakışta garip görünebilecek bir durum çıkıyordu ortaya: Onlar, Yunan ve Romalı yazarları inceledikten sonra, kendi ulusal dillerine çevirmekle yetinmiyorlar, eski klasiklerden öğrendiklerini, ana dillerine uygulamaya çalışıyorlardı. Yunancayla Latincenin derinliğine incelenmesi ise, Fransızcanın ya da İngilizcenin gelişmesine yarıyor. Fransa'da Pleiade çağı, İngiltere'de Elizabeth çağı hazırlanmış oluyordu.
Ulusal dillere verilen önemle birlikte, Avrupa'da ulus kavramı da gelişti. Ortaçağ insanları, kendilerini İngiliz ya da Fransız olarak değil, Hıristiyan olarak görürlerdi ancak. Doğup büyüdükleri ülkelerden fazla Hıristiyanlığa bağlıydılar. O kadar ki, sırasında Batı Avrupa'nın tüm Hıristiyanları, Müslümanlara karşı savaşıyorlardı. Haçlı Seferleri'nde görüldüğü gibi. Gel gelelim Rönesans'ın başlamasıyla, dinsel duygular yoğunluğunu yitirdi; Avrupa ülkeleriyle Katolik Kilisesi arasındaki bağlar gevşemeye yüz tuttu ve ulusal duyguların gelişmesi, Reformasyon akımına hız verdi. Çünkü artık kendilerini yalnız Hıristiyan olarak değil, İngiliz Hıristiyanı ya da Alman Hıristiyanı olarak görenler, Katolik Kilisesi'nin egemenliği altında yaşamaktan hoşlanmıyorlar. Papa'nın, yani bir İtalyan papazının, İngilizler'in ya da Almanlar'ın ulusal sorunlarına karışmasını istemiyorlardı.
İngiltere'de Reformasyon'u, yani Katolik Kilisesi'ne karşı başkaldıranların Protestan olmalarıyla sonuçlanan dinsel reformu, Hümanizm'den ayırmanın yolu yoktur. Çünkü Avrupa'nın öteki Hümanistlerinden farklı olarak, İngiliz Hümanistler'inin büyük çoğunluğu, Thomas More kadar dinibütün insanlar olmakla beraber, Kilise'de bir reform yapılmasından yanaydılar. More'un yakın dostları olan Erasmus ile John Colet, Katolik Kilisesi örgütünde göze çarpan kokuşmuşluğu, yolsuzlukları, boş inançları, bilgisizlikleri, sömürüleri kıyasıya yerdikleri için, Reformasyon'un öncüleri arasında yer alırlar. Hümanistler Yunancayı sadece Yunan düşünürlerini ve şairlerini okumak için öğrenmiyorlardı. İncil Yunanca yazıldığı için, İncil'i kendileri iyice anlayıp, tüm Hıristiyanların da anlamalarını istedikleri için de Yunanca öğreniyorlardı. Erasmus'un İncil'i, her okumuş insanın bildiği bir dil olan Latinceye çevirmesi çok ilginçtir bu açıdan. Yunancayla birlikte İbranicenin de öğrenilmesini istemelerinin başlıca nedeni, Kutsal Kitabın birinci bölümünün, yani Eski Ahit'in İbranice yazılmış olmasıydı. Ne var ki Thomas More, öteki Hümanistler'den ayrılarak Reformasyon'u tutmuyordu. Bunu, Katolik Kilisesi'ne duyduğu dinsel tutkuyla açıklayamayız sadece. More'un Reformasyon'a karşı olmasının başlıca nedeni, tarihsel bir yanılgıya düşerek, Katolik Kilisesi'ni ve Papalığı birleştirici bir güç sanması ve hem kendi ülkesini ve hem de Avrupa'yı bölüp yıkacak savaşlardan çekinmesiydi. Yaradılışından gelen barışseverliği bir yana, yaşadığı çağı düşünürsek More'un savaştan ve her çeşit bölünmeden çekinmekte yerden göğe kadar haklı olduğunu görürüz: İngiltere'yle Fransa arasında Yüz Yıl Savaşı, on beşinci yüzyılın ortalarına doğru bitince, Fransa'da toprak ele geçirmek, orasını yağma etmek umudunu yitiren İngiliz soyluları, birbirlerine düştüler. Bu soylulardan kimi York hanedanını simgeleyen ak gülü, kimi de Lancaster hanedanını simgeleyen kırmızı gülü savunduğu için, Güller Savaşı diye adlandırılan iç çatışmada, şu ya da bu kral ailesini savunmak bir bahaneydi aslında. Birbirlerinin topraklarına el koyabilmek, birbirlerinin malını mülkünü yağma edebilmekti asıl amaç.
1 comment