Bununla birlikte Zaman Yolcusu başından geçenleri anlatmaktan hâlâ çekinmekte, neredeyse af dilercesine konuşmaktadır: “Hayır, buna inanmanızı bekleyemem; yalan farz edin veya bir kehanet. Atölyede rüya gördüğümü söyleyin.” Ancak Wells Zaman Makinesi’yle hayal gücünü ve kâhinliğini yükseklere taşıyıp edebiyat dünyasındaki yerini de sağlama aldığından, doktorlar ne derse desin, artık ölüme mahkûm bir adam değildir. Şu halde Zaman Yolcusu hem bir anlatı aracı, hem de Wells’in kendi içinde giderek büyüyen bir özgüvenle keşfettiği uzgörülü kişiliktir.[9]

Şimdiye dek söylediklerim yazarın biyografisine dayalı, Wells’in kendi yaklaşan ölümüne bakıp hayal gücünü bu ölümün ötesine yansıtarak kendini yaratıcı bir yazara dönüştürdüğü varsayımında özetlenebilir. Eğer öyleyse Zaman Makinesi’ni yazarın yalnızca en önemli kitaplarından biri değil, en kahramanca kitabı gibi de görebiliriz. Bununla birlikte, ister doğru, ister yanlış olsunlar, biyografiye dayalı varsayımların edebiyat eleştirisindeki değeri sınırlıdır. Önemli olan nokta Wells’in kendi ölümünün ötesine bakmış olması değil, o ötede gördüklerinin üç dört nesil okur için etkili ve ilginç olmaya devam edebilmesidir. Zaman Makinesi her şeyden önce Darwinci görüşten hareketle oluşturulan eşsiz bir gelecek yorumudur; bu argümanı daha ileri götürmeden önce Darwinci görüşe ve bu görüşte ölümün yerine göz atmakta fayda var.

* * *

Evrim fikrinin İncil’i diyebileceğimiz Türlerin Kökeni iyimser bir tonla sona erer. Darwin evrim fikrinin “görkeminden” bahseder; “yaşayan türlerden hiçbiri değişmedikleri takdirde uzak bir geleceğe varamayacak” ve “çok azı genlerini daha da uzak bir geleceğe aktarabilecektir.” Tanrı’nın suretinde yaratıldığından hayvanların en yücesi olan insanın bu çok az türden biri olmayacağına dair bir iddia yoktur. Aksine, Darwin okurlarına epey uzunca bir süre geleceğe güvenle bakabileceklerini garanti edip “doğal seçilim her bir varlığın iyiliğinden ve iyiliğine işlediğinden, bütün bedensel ve zihinsel donanımlarımızın mükemmelliğe doğru yol alacağını” söyler.[10]

Evrim mükemmellik yolunda bir ilerleme olsa bile, Darwin’in teorisinin temelinde yaşamı kıyasıya bir varoluş mücadelesi olarak gören Malthusçu yaklaşım vardır. Darwin’in yazdıklarına göre Malthus, “her türde, hayatta kalabilecekten çok daha fazla birey doğduğunu” (burada hayatta kalmaktan kasıt üreme dönemi gelinceye dek yaşamak olmalı)[11] göstermiştir. Yani mükemmelliğe giden yol, çoğunluğun vaktinden önce ölmesinden geçer. Bu hesapla, Darwin’in evrim karşısındaki olumlu tavrının biyolojik olgulardan doğmadığı. Darwin’in önceki Hıristiyan inançlarından gelen bir iyimserliği yansıttığı söylenebilir. Otobiyografisinde 1859’dan sonraki yıllarda inancını yavaş yavaş kaybedişini anlatması da bunu destekler niteliktedir.[12]

Darwin’in arkadaşı olan, ancak Darwin’in inançla ilgili meselelerdeki ketumluğunu paylaşmayan T. H. Huxley’nin pek çok açıdan klasik bir Stoacı olduğunu söyleyebileceğimiz bir felsefeye dönüşünün altında, “kozmik ilerlemenin” insanlık açısından olası sonuçlarına dönük kayıtsızlığına ve ahlak dışılığına duyduğu tepki yatar. Huxley doğa üzerine yaptığı incelemelerden felsefi sonuçlar çıkarırken Darwin’den çok daha cesurdu. Huxley’nin bakış açısının genişliği, Normal School of Science’taki birinci sınıflara verdiği karşılaştırmalı anatomi derslerinde de kendini belli eder; Wells bu dersi almış ve öğrendiklerinin sonucunda “insanı uzay ve zamanın büyük düzenine yerleştirmiştir”.[13] Huxley’nin “Evrim ve Etik” makalesi (1893) ve Hume üzerine yazdığı kitabı da, evrim biyolojisinin incelenmesinden doğduğuna şüphe duymadığı doktrinlerin kökenlerine ulaşmak için Doğu ve Batı’nın felsefi geleneklerini irdeleme hevesindedir. Huxley “Evrim ve Etik”te modern insanla, antik Stoacılar ve Hindu filozofların dingin, dünyadan elini eteğini çekmiş tavırları arasındaki tek farkın teknolojinin doğaya boyun eğdireceği umudu olduğunu iddia eder. “Etik insan” önceleri kozmosun ondan çok daha güçlü olduğunu kabul etmek zorundaydı; şimdiyse kendi içindeki bilimsel güç kaynaklarını keşfediyordu yavaş yavaş.[14]

Huxley Wells’in hocasıydı. Hocanın geç dönem makaleleriyle Wells’in erken dönem yazılarının (ki bunları artık Profesör Philmus ile Profesör Hughes’un derlediği kusursuz antolojide bulmak mümkün) gösterdiği kadarıyla, Huxley klasik bir evrim filozofuyken öğrencisi evrimin romantik şairiydi. Huxley’nin doğal duruma ve kozmik süreçlere dair mecazlı tasvirleri metafiziksel bir argümanın parçasıyken, Wells’in uzgörülü metaforları çoğunlukla yalnızca kendilerine hizmet ediyordu. “İnsan hayatı,” der Wells, “evrenin akışı içindeki bir girdap gibi, yanıltıcı bir şekilde sakindir; bilimse insanın karanlığa yaktığı bir kibrittir ve kibritin ateşi karanlığın sandığımızdan daha da karanlık olduğunu gösterir.”[15] Wells’in erken dönem makalelerinde, Zaman Makinesi’nde ve Doktor Moreau’nun Adası’nda romantize ettiği şey, her şeyden önce ölüm ve soy tükenmesi temalarıdır.

Ölüm ve soy tükenmesi evrimci bakışın merkezinde durur. Bu durum, evrim fikrinin geç Viktoryen dönemin büyük kültür abidelerindeki dışavurumları olan doğal tarih müzelerine baktığımızda kendini hemen ele verir. Bu müzeler, birbirine evrim süreci mantığıyla bağlanan organik yaşam yelpazelerini sergilemek amacıyla tasarlanmıştı. En etkileyici örnekleri 1850’lerin sonunda yapılan ve zamanında İngiltere’nin en çok tartışılan kamu binalarından biri olan Oxford Üniversitesi Müzesi ve Güney Kensington’daki, sonradan Wells’in de eğitim göreceği üniversitede Huxley Binası adı verilecek yapının tam karşısına 1873-1881 yılları arasında inşa edilen büyük Doğa Tarihi Müzesi’dir. Bu iki müze neo-Gotik ve Romanesk tarzlarıyla, Avrupa’da 1850’lerden önce yapılmış sıra sütunlu, klasik yapılı müzelerden keskin bir şekilde ayrılır. Bu gotik müzelerin coşkulu klasik cephelerinin yanı sıra, döneme özgü detayların özenli bir şekilde yeniden üretilmesinde, botanik ilkelerini simgeleyen dekoratif motiflerin sistematik kullanımında ve Güney Kensington’daki sergilerde dikkatlice düşünülmüş bilimsel geçişlerde yansıtılan fazladan bir ağırbaşlılıkları vardır.[16] Bu yeni tarz yeni bir ideolojiyi, en genel haliyle, “kültür”e karşı bilim ideolojisini yansıtır.

Ama bu yeni müzeler bilimin katedralleri oldukları kadar, ölü hayvanlar için yapılmış anıtmezarlara da benziyorlardı. Geniş salonlar doldurulmuş kadavralar, iskeletler ve yer yer de alçı reprodüksiyonlarla doluydu. Bu koleksiyonlar hem bilimsel ilerlemenin araçları, hem de yetişkinler ve çocuklar için harikulade seyirliklerdi.