Adam, her hareketiyle battaniyenin içinde kıymetli eşya bulunduğunu hemen anlamadığından ötürü özür diliyordu. Paketlemeyi bitirince, yardımından dolayı kendisine, daha önce de İzmir'e pek çok kıymetli eşya yollamış birisi gibi teşekkür ettim. Gidiyordum, geldi, kapıyı bile açtı.

Stortorv'da halkın arasına karışmış dolaşıyor, en çok saksılarda çiçek satan kadınların yakınında oyalanıyordum. Nemli sabahta kan kırmızı ışıldayan ağır, kırmızı güller beni tahrik ediyor, ayartıyor, içlerinden bir tanesini çalmaya iteliyordu. Sırf mümkün olduğu kadar yakınlarında olabilmek için fiyatlarını sordum. Param artarsa alacaktım ne olursa olsun! Şundan bundan kısar, paramı yine denk getirebilirdim.

Saat on oldu; gazeteye, yazı işlerine çıktım. 'Makas' adını taktıkları bir adam, önündeki eski gazete tomarını karıştırıyordu; müdür henüz gelmemişti. İstemesi üzerine muazzam yazımı adama verdim; bunun bambaşka bir değer taşıdığım hissettirerek gelince müdüre bizzat vermesini ısrarla tembih ettim. Akşamüstü gelip neticeyi öğreneceğimi söyledim.

"Olur!" dedi Makas, sonra yine gazetelerine daldı. Biraz umursamaz davrandı gibi geldi bana, fakat sesimi çıkarmadım, hafif bir baş hareketiyle üstünkörü selam verip çıktım.

Bekleyecektim... Hava bari açık olsaydı! Rüzgarsız, bayat, pis bir hava. Hanımlar her ihtimale karşı şemsiye taşıyorlar, beylerin yün kasketlerinden gülünçlük ve hüzün akıyordu. Tekrar pazara kadar uzandım, sebzeleri gülleri seyrettim. Birden omzuma bir el dokundu, basımı çevirdim: Matmazel, "Günaydın" diyordu.

Maksadım hemen anlayabilmek için, araştıran bir bakışla: "Günaydın!" dedim; fazla bir sempatim yoktu ona karşı. Koltuğumdaki kocaman, yepyeni pakete merakla baktı, sordu:

- Ne var içinde?

Kayıtsız bir tavırla: "Semb'e uğradım, elbiselik kumaş aldım." cevabım verdim. "Böyle hırpanî dolaşmak yakışık almıyor, kılığa da dikkat etmek lazım."

Afallamış, yüzüme baktı; yavaşça sordu: "Vaziyet nasıl?"

- Umduğumdan daha iyi.

- İş buldunuz mu?

- İş mi?, diye cevap verdim, hayret etmiş göründüm.

- Christie ticarethanesinde muhasibim.

"Ya!" dedi, az geri çekildi. "Hayırlı olsun, pek sevindim.

Kazandığınız parayı tutabilseniz bari! Allah'a ısmarladık!, dedi ve hemen peşinden dönüp geri geldi, bastonuyla paketimi gösterdi:

- Size benim terzimi tavsiye ederim, dedi. "İsaksen'den daha ustasını bulamazsınız. Benim gönderdiğim! söyleyin, kâfi!"

İşlerime ne diye burnunu sokuyordu? İstediğim terziye giderdim, ona ne? İçerledim bu beyinsiz züppenin hali tavrı kızdırdı beni. Biraz kabaca, benden ödünç aldığı on kronu hatırlattım kendisine. Ama daha o cevap vermeden ben, bunu hatırlattığıma pişman olmuştum; yüzüne bakamadım, o sırada önümden bir hanım geçiyordu, yol vermek için hemen kenara çekildim, bu fırsattan istifade ederek çekip gittim. Beklerken ne yapacaktım? Bu bomboş ceplerle bir kahveye giremezdim; günün bu saatlerini yanında geçirebileceğim bir tanıdık bilmiyordum. Ayaklarım kendiliğinden şehrin yukarılarına doğru gidiyordu; zamanın bir kısmını pazarla Graensen arasındaki yolda geçirdim; az önce levhaya asılmış "Aftenposten" gazetesini okudum, aşağıya Kari Johan caddesine uzandım, sonra geri dönüp Kurtarıcı mezarlığına gittim, kilisenin yanındaki tümsekte sessiz bir yer buldum. O ıssızlık içinde orada oturdum, nemli havada hayallere daldım, düşündüm, hafif kestirdim ve üşüdüm. Zaman ilerliyordu. Yazdığım yazı, cidden bir küçük ilham şaheseri miydi acaba? Yer yer kusurları olup olmadığım Allah bilirdi!

Etraflı düşünürsem kabul edilemezdi bile; hayır, kabul etmezlerdi, gayet basit. Şöyle böyle bir yazıydı belki de, hatta kötüydü ihtimal. Şu anda kağıt sepetine atılmamış olduğuna dair elimde senedim mi vardı?.. Sevincim alt üst olmuştu; yerimden fırlayıp kilise avlusundan dışarıya attım kendimi.

Aşağıda, Aker caddesinde bir dükkanın camından içeriye baktım; saatin on ikiyi geçmekte olduğunu gördüm. Bu beni daha çok ümitsizliğe düşürdü: öğleni çoktan geride bıraktığımıza öylesine emindim ki! Yazı İşleri Müdürü'nü dörtten önce aramanın hiçbir faydası yoktu.