Yazımın akıbeti, içimi karanlık sezişlerle dolduruyor; düşündükçe, hemen hemen uykuda, beynim hummalı ve sevinçler içindeyken işe yarar bir şey yazabilmiş olmam, bana adeta imkansız görünüyordu. Hiç şüphe yok, kendimi aldatmış, öğleye kadar tamamen boş bir şey için sevinip durmuştum. Şüphe yok!.. Ullevaal yolundan hızlı hızlı yukarıya yürüyordum. St. Hanshaugen'den geçip açıklığa çıktım, Sagene yanındaki dar ve acayip sokaklara daldım, arsalarda, tarlalardan atlayıp sonunda göz alabildiğine uzayan bir şosede buldum kendimi...

Durdum, geri dönmeye karar verdim. Yürüyüşten kızışmıştım, yavaş ve iki büklüm ilerliyordum. Karşıdan iki at arabası göründü. Arabacılar yüklerin üzerine uzanmışlar yüzleri değirmi ve tasasız, başları açık, şarkı söylüyorlardı. Yürüyor ve düşünüyordum: Bana bağıracaklar, laf atacaklar yahut da bir muziplik yapacaklardı. Yanlarına yaklaşmıştım, biri seslendi, koltuğumdaki şeyin ne olduğunu sordu. "Battaniye!" cevabım verdim.

- Saat kaç?, diye sordu.

- Tam bilmiyorum, galiba üç!

Güldüler, geçip gidiyorlardı, o anda kulağımda bir kamçı darbesi hissettim, başımdaki şapkam düştü. Gençler oyunlarını oynamadan beni koyvermemişlerdi. Öfke içinde elimi kulağıma götürdüm, hendekten şapkamı alıp yoluma devam ettim, ilerde, St. Sanshaugen'in orda, bir adam bana saatin dördü geçmekte olduğunu söyledi.

Dördü geçiyor! Saat dördü geçiyordu! Adımlarımı açıp şehre, gazeteye doğru yol aldım. Yazı isleri müdürü, belki de çoktan gelip gitmişti. Yürüyor, sıçrıyor, sendeliyor, arabalara çarpıyor, gezintiye çıkmışları geride bırakıyor, atlarla boy ölçüşüyor, tam vaktinde varabilmek için deli gibi çırpınıyordum. Giriş kaplamdan içeriye kıvrıldım, dört sıçrayışta merdivenleri çıkıp büro kapışına vurdum.

Cevap veren olmadı.

Gitmiş! Gitmiş! diye düşündüm. Kapıyı yokladım, kilitli değildi, tekrar vurup içeri girdim.

Yazı İşleri Müdürü, yüzü pencereye dönük, yazmak için elinde kalemi hazır, masasında oturuyordu. Soluk soluğa verdiğim selamı duyunca yarım, arkasına döndü, kısaca baktı bana basını salladı:

- Yazınızı okumaya henüz vakit bulamadım, dedi. O halde, ne olursa olsun henüz reddedilmemiş olmasından duyduğum sevinçle cevap verdim:

- Aa, şüphesiz, tabii. Zaten acelesi de yok. Belki birkaç gün sonra, yahut...

- Bakalım. Nasıl olsa bende adresiniz var.

Artık hiçbir adresim olmadığım söylemeyi unuttum. Görüşme sona ermişti, eğilip selam vererek çekildim, dışarı çıktım, içimde yeni bir ümit parlamıştı ortada kaybedilmiş bir şey yoktu henüz; aksine, her şeyi kazanabilirdim. Beynim, gök katında kurulu bir yüce divan hayali üzerinde işliyordu: Yüce divan, kazanmama, bir gazete yazısından tam on kron kazanmama karar vermişti.

Şimdi, gece için de barınacak bir yer bulabilseydim! En uygun nereye sığına bileceğimi düşündüm; bu mesele beni öylesine meşgul ediyordu ki yolun ortasında durdum. Nerede olduğumu unutmuş, denizin ortasında, çepçevre dalgalar, uğultular arasında tek basma bir şamandıra gibi durmuştum. Gazete satan bir çocuk, bana bir "Wiking" uzattı: "Alın, eğlenirsiniz!" Basımı kaldırdım, irkildim, Semb'in önündeydim.

Hemen arkama dönüp paketi vücudumla gizledim, hızlı hızlı Kilise caddesinden aşağıya yürüdüm, vitrinden görecekler diye çekiniyordum. Tiyatroyu geçtim, Loca'dan kıvrılıp fiyorda, kaleye indim. Bir kanepeye oturup tekrar hülyalara daldım.

Bu gece için bir dam altı nasıl bulacaktım, nasıl? Sabah olana kadar başımı sokabileceğim tek kovuk yok muydu hiç? Gururum, beni odama dönmekten men ediyordu; sözümden caymak aklımdan bile geçmiyordu.