Böyle bir düşünceyi şiddetle kafamdan kovdum, küçük kırmızı salıncak koltuğu düşünerek içimden gülümsedim. Çağrışımlar neticesi kendimi birden bire Haegdehaugen'de iki pencereli geniş bir odada buldum; bir zamanlar oturduğum odada. Masada bir tepsi gördüm, yağlı ekmek dilimleri vardı tepside. Görünüşleri değişti, ekmekler biftek oldular, önümde insanı ayartan bir biftek, bembeyaz bir peçete, bol ekmek, gümüş çatal bıçaklar belirdi. Kapı açıldı, ev sahibim kadın göründü, bir çay daha ister misiniz, dedi.
Hayaller, hülyalar! Kendi kendime: "Şimdi yemek yersem kafam tekrar karışır, beynimi o eski ateş kaplar; çılgın esintilerle uğraş işin yoksa!" dedim. Midem yemek kaldırmıyordu; bünye meselesi: bir başkalığım, bir özelliğimdi bu benim.
Aksama doğru barınacak bir çatı altı, bir çare bulurdum belki de; acelesi yok ya! Daha olmazsa gider, kendime ormanda bir yer arayabilirdim. Şehrin dolayları emrimdeydi, hem aşırı soğuk da yoktu henüz. İlerde deniz, ağır bir sükunet içinde kımıldanıyordu. Gemiler, küt burunlu ve hantal mavnalar, peltemsi denizin üstünde yarıklar açıyor, sağa sola şeritler sıçratıyor, kayıp gidiyorlar; bacalarından dumanlar kuş tüyü döşekler gibi yuvarlanıp yayılıyor, makinelerin pistonları nemli havaya donuk bir ses salıyorlardı. Ne güneş vardı, ne rüzgar; arkamdaki ağaçlar ıslaktılar; oturduğum kanepe soğuk ve nemli. Vakit geçiyor, uyku bastırıyordu; yorgundum, sırtımdan aşağı üşüme ürpermeleri iniyordu. Bir müddet sonra gözlerimin kapanmak üzere olduğunu hissettim, mani de olmadım kapanmalarına...
Uyandığımda etrafım kararmıştı; üşümüş bir şekilde yerimden fırladım; paketimi alıp yürümeye başladım. Isınmak için gittikçe daha hızlı yürüyordum, kollarımı çarpıyor, enikonu hissizleşmiş bacaklarımı ovuşturuyordum. Yangın kulesinin oraya vardım, saat dokuzdu. Saatlerce uyumuştum.
Peki ama, ne yapacaktım? Bir yere gitmem lazımdı mutlaka. Durdum, yangın kulesinin dibinde aptal aptal yukarıya bakındım. Devriye arkasını döner dönmez bir fırsatını bulup bölmelerden birine giremez miyim, diye düşündüm. Merdivenleri çıktım, adamla konuşmak istiyordum. Hemen baltasını kaldırıp selama durdu, söyleyeceğim şeyi bekledi. Yüzü bana çevrili bu kalkık balta, sinirlerim üzerinde soğuk bir duş tesiri yaptı; bu silahlı adamın karşısında korkudan dilim tutulmuştu, elimde olmadan geri çekildim. Hiçbir şey söylemedim; yalnız gittikçe adamdan uzaklaşıyor, görünüşü kurtarmak için de elimle alnımı ovuşturup sanki bir şey hatırlamak istiyormuş gibi davranıyordum; derken usulca sıvıştım. Kendimi tekrar yaya kaldırımda bulunca içimde büyük bir tehlike atlatmış olmanın ferahlığım duydum. Oradan uzaklaşmak için hızlı hızlı yürüdüm.
Üşümüş ve aç bir halde Karl Johan caddesine yukarı yürüyordum. Yüksek sesle küfretmeye başladım, birisi duyar diye aldırış bile etmiyordum. Meclis binasının oraya gelinde ilk aslanın önünde, yeni bir çağrışımla ansızın bir ressam tanıdığı hatırladım: Vaktiyle Tivoli'de bir tokat yemekten kurtardığım, daha sonra bir defa da evine gittiğim bir genç. Parmaklarımı şaklattım, Tordenskjold caddesine saptım, bir kapı buldum, kartta C. Zacharias Bartel yazıyordu, kapıyı çaldım.
Kendisi açtı; bira ve tütün kokuyordu berbat şekilde.
- Merhaba!, dedim.
- Merhaba! Siz misiniz? Peki ama yahu, niçin bu kadar gece kaldınız? Lamba ışığında hiç de iyi görünmez ki! O günden sonra bir ot yığını ilave ettim, bir iki değişiklik yaptım. Gündüz gözüyle görmelisiniz, şimdi boşuna.
- Siz yine de bana şimdi gösterin!, dedim; aslında hangi resimden bahsettiğini bilmiyordum.
- imkansız!, cevabım verdi. "Her şey sapsarı görünür. Hem bir manide var, -iyice yaklaşıp fısıldadı- bu gece bir de kız var yanımda, imkansız!"
- Oo, öyleyse mesele yok!
Geri çekildim, iyi geceler dileyip ayrıldım.
Ormanda bir yere gitmekten başka çarem kalmamıştı.
1 comment