Asla! Asla! Ben buna ciddi olarak karar vermemiştim, bu benim aklımdan bile geçmemişti; kırık kopuk geçip giden düşünce kırıntılarından sorumlu olamazdı insan; hele başı müthiş ağrıyorsa, hele başkasının battaniyesini taşımaktan ölmüş bitmişse!

Zamanı geldi mi bir çare bulunacaktı şüphesiz! Grönlandsler'deki tüccar vardı mesela. Dilekçemi yolladığımdan beri, günün her saati gidip gidip onu taciz mi etmiştim? Sabah sabah veya gece yarısı kapışını çalmış da geri mi çevrilmiştim? Hayır, onu henüz hiç rahatsız etmemiştim. Ne diye tamamen boşuna bir teşebbüs olsundu bu? Talih bu defa benden yana idi ihtimal; talih çok kere dolambaçlı yollardan gelirdi. Ve Grönlandsier'e gittim.

Beynimdeki son sarsıntı, beni oldukça halsiz düşürmüştü; çok yavaş yürüyor, tüccara neler söyleyeceğimi düşünüyordum... İyi bir insandı belki de; aklına eser, ben istemeden bir kron avans verirdi belki de. Böyle adamların ara sıra parlak ve yerinde şeyler düşündükleri de olurdu.

Bir büyük kapıdan içeri daldım, biraz düzgünce görüneyim diye pantolonumun dizkapağını tükürüğümle siyahlattım; battaniyemi karanlık bir köşede, bir sandık gerisine sakladım; meydandan karşıya geçip bir küçük dükkana girdim.

Bir adam, eski gazetelerden kese kağıdı yapıyor, yapıştırıyordu.

- Bay Christie ile görüşebilir miyim?, dedim.

- Benim!, cevabını verdi adam.

Kendimi tanıttım; bir dilekçe yolladığımı, kabul edilip edilmediğini sordum.

Adımı bir kaç kere tekrar etti, gülmeye başladı. "Şimdi dikkat edin" dedi, cebinden mektubumu çıkardı. "Lütfen, sayılarla aranız nasıl, bakın beyim!" dedi. "Mektubunuzun tarihini atarken, senesini 1848 yazmışsınız!" Ve adam, bir kahkaha koyu verdi.

"Evet, olacak şey değil, tabii!" dedim, bozularak. "Düşüncesizlik, dalgınlık, haklısınız."

"Görüyorsunuz ya; benim çalıştıracağım şahıs, sayılarda hiç yanılmamalıdır" dedi. "Çok müteessirim; yazınız gayet okunaklı, mektubunuzu da beğendim, fakat..."

Bir süre bekledim; bu onun son sözü olamazdı, asla!

Tekrar kese kağıtlarına dönmüştü.

- Evet, hoş bir şey değil, dedim. "Çok kötü, çok berbat bir şey! Fakat bir daha tekrarlanacak değil ki. Hem bu küçük hatayı yaptım diye işe yaramaz, defter tutamaz mıyım?"

- Yo, ben öyle bir şey demedim, fakat bu nokta bence gayet mühim olduğu için derhal bir başkasında karar kıldım.

- Demek başkasını aldınız, dedim.

- Evet

- Hay Allah, şu halde yapacak bir şey yok.

- Hayır, çok müteessirim, fakat...

- Hoşça kalın!, dedim.

Ve öfke, içimde patlak verdi, alev alev ve hoyrat. Paketimi aldım; dudaklarımı kemiriyor, kaldırımda yürüyen sessiz, sakin insanlara çarpıyor, özür dilemiyordum. Bir bey, durup da kabalığımdan ötürü biraz sert söylenince geri döndüm. Kulağına manasız bir kelime haykırdım, burnuna yumruğumu dayadım; sonra dizginleyemediğim kör bir hiddetle kaskatı yoluma devam ettim. Adam bir polise seslendi. Ve ben daha ne isterdim, bir an elime bir polis geçirmekten gayrı? Polisin yetişebilmesi için mahsus adımlarımı yavaşlattım, fakat gelmedi. Bir insanın, en candan, en hararetli bütün teşebbüslerinin yüzde yüz neticesiz kalmasında bir hikmet var mıydı, neydi? Niçin 1848 yazmıştım? Bu musibet senenin benimle ilgisi neydi? Yürüyordum; açlıktan bağırsaklarımdan gurultular geliyordu. Gün sona ermeden biraz olsun yiyecek bulacağım, hiç bir yere yazılmamıştı. Bu iş böyle uzadıkça kafaca, vücutça o nisbette boşalıyor, dürüstlükten her gün biraz daha uzaklaşıyordum. Utanmadan yalan söylüyor, fakir fukaranın kirasını iç ediyor, hatta başkalarının battaniyelerine sahip çıkmak gibi alçakça düşüncelere kapılıyor, bütün bunları bir pişmanlık, bir vicdan azabı duymadan yapıyordum. İçimi çürük lekeler kaplıyor, gittikçe genişleyen siyah mantarlar sarsıyordu. Ve Tanrı beni göz altında bulunduruyor, göçüşümün konulu kurallara uygun, yavaş ve sürekli, zaman ölçüsünü hiç bozmadan olacağımı önceden biliyordu. Ama cehennemin dibinde zebaniler beni bekliyordu, çünkü büyük bir günah, Tanrının beni, insaf ve hakkaniyetinden mahrum edeceği affedilmez bir günah işlemem kaçınılmazdı...

Yürüyüşümü hızlandırdım, deli gibi, çılgın gibi gidiyordum; birden sola kıvrılıp heyecanlı ve kızgın, aydınlık ve süslü bir büyük kapıdan içeri daldım. Durmamış, bir saniye bile oyalanmamıştım fakat giriş kapısındaki dekorun başkalığı bir anda şuurumda yer etti; merdivenleri hızla çıkarken kapılardaki, duvarlardaki, döşemedeki sıradan şeyler gözümün önünde ayan beyan duruyordu. Birinci katta bir kapıyı hızla çaldım. Neden birinci katta durmuş, neden merdivenin ta öte ucundaki bu zile yapışmıştım?

Kenarları siyah süslü, gri elbiseli genç bir hanım, kapıyı açtı, bir an hayretle yüzüme baktı, sonra basını salladı:

- Bugün verecek bir şeyimiz yok!, dedi, davranışından kapıyı kapamak istediğim anladım.

Karşıma ne diye bu genç kadın çıkmıştı? İşte beni dilenci sanıyordu düpedüz. Birden bire yatıştım, şapkamı çıkardım, sözlerini duymamışım gibi, eğilip hürmetle selam verdim, gayet nazik:

- Kapıyı hızlı çaldığım için affınızı dilerim Matmazel!, dedim.

- Çıngırağın huyunu bilmiyordum. Burada, hasta bir bey varmış, kendisini tekerlekli koltukta gezdirecek bir adam arıyormuş.

Genç kadın bir an durakladı, bu uydurma haber üzerinde düşündü, şahsım hakkındaki kanaatinde tereddüt eder gibiydi.

- Hayır!, dedi sonunda.