"Burada öyle birisi yok."

- Yok mu? Yaşlıca bir zat, günde iki saat gezdirilecek, saatine kırk öre verilecekmiş.

- Hayır.

- O halde tekrar özür dilerim, dedim. "Belki de zemin katındadır. Kendisine tesadüfen tanıdığım, alakadar olduğum birisini tavsiye edecektim de. İsmim Wedel-Jarlsberg.

Tekrar eğilip selam verdim, geri çekildim. Genç kadın kıpkırmızı olmuştu, şaşkınlığından yerinden kımıldayamıyordu. Ben merdivenleri inerken, olduğu yerde peşimden baka

kalmıştı.

Tekrar sükunete kavuşmuştum, zihnim durulmuştu. Genç kadının, bugün verecek bir şeyleri olmadığı sözü bende soğuk bir duş tesiri yapmıştı. İş o raddeye varmış, herkes içinden beni gösterip şöyle düşünmeye başlamıştı: İşte bir dilenci, evlerin kaplamdan uzatılanlarla karnını doyuranlardan biri!

Möller caddesinde bir lokantanın önünde durdum, içerde kızartılan taze et kokusunu içime çektim. Elimi kapı tokmağına götürmüş, işim olmadığı halde rasgele içeri giriyordum ki, tam vaktinde aklım başıma geldi, uzaklaştım. Stortorv'a varıp da dinlenecek bir yer aradığımda bütün kanepeleri tutulmuş buldum. Boş yere kilisenin etrafım dolandım, çökebileceğim sakin bir yer gözledim. Tabii!, diyordum kendi kendime, karanlık düşünceler içinde: Tabii! Tabii! Ve yeniden yürümeye başladım. Pazarın köşesindeki çeşmeye saptım, biraz su içtim, yine yürüdüm, adım adım sürüklüyordum vücudumu. Her vitrinin önünde uzun bir mola veriyor, duruyor, geçen her arabayı gözlerimle takip ediyordum. Beynimde ışıklı bir sıcaklık duyuyordum, şakaklarım bir tuhaf zonkluyordu. içtiğim su hiç de iyi gelmemişti, sokakta arada bir kustum. Böylece Hazret-i İsâ mezarlığına vardım. Dirseklerim dizlerimde, başım avuçlarımda oturdum, bu büzülmüş durumda rahat ettim, midemdeki o hafif kazıntıyı artık hissetmez oldum.

Yanımda bir taşçı ustası, büyük ve düz bir granit levhanın üzerine yüzükoyun uzanmış, bir kitabe kazıyordu. Gözündeki mavi gözlük, bana birdenbire, geçmişte unuttuğum bir tanıdığımı, bir bankada çalışan, çok zaman önce Oplandske Cafe'de rastladığım birisini hatırlattı. Bütün utancımı yenip ona bir gidebilseydim! Ona olanca hakikati söyler; şu sıra biraz berbat durumda olduğumu, hayatımı devam ettirmenin zorlaştığım anlatırdım. Ona berber karnemi verebilirdim. Vay canına, berber karnesi! Şöyle böyle bir kron ederdi bu karne! Bu kıymetli hazineye bir el attım. Hemen bulamayınca yerimden fırladım, korkudan ter dökerek aranmaya başladım; nihayet koyun cebinim dibinde temiz veya yazılı, fakat hiç değeri olmayan öteki kağıtların arasında buldum. Bu altı yaprağı baştan sona, sondan başa doğru defalarca saydım; bu karne bana hiç de lazım değildi, keyfim öyle istiyordu, esmişti artık hiç tıraş olmayacaktım. Yarım kron benim derdime deva olurdu, Kongsberg gümüşünden bir çil yarım kron! Banka saat altıda kapanırdı; tanıdığımı yediye, sekize doğru Oplandske önünde bekleyebilirdim.

Oturduğum yerde bir müddet bu düşünce ile keyiflendim. Zaman ilerliyordu, etrafımdaki kestane ağaçlarında enikonu rüzgar çıktı, gün sona eriyordu. Peki ama, genç bir banka memuruna altı tane berber kartı götürmek biraz ayıp kaçmaz mıydı ? Onun cebinde, kartları benimkilerden çok daha temiz ve güzel, iki dolu karne vardı belki de! Bütün ceplerimi yoklayıp karnenin yanı sıra verebileceğim başka şeyler aradım, ama hiçbir şey bulamadım. Boyunbağımı versem? Boyunbağım olmasa da olurdu, ceketimi sımsıkı iliklerdim, artık yeleksiz kaldığım için böyle yapıyordum zaten. Kocaman fiyangosu yarı göğsümü kaplayan boyunbağımı çıkardım, dikkatle temizledim, berber karnemle ikisini temiz bir yazı kağıdına sardım. Sonra mezarlıktan ayrılıp aşağıya, Oplandske'ye yollandım.

Belediye saati yediyi gösteriyordu.