Ama ona ne sorabilirdi ki Bayan de Prie? Güzel olup olmadığını Paris’teyken pek sormazdı. Onun aynası, hayranı olan erkeklerin ateşli bakışlarındaydı. Kazandığı zaferler, yaşadığı sıcak geceler güzel olduğunu söylüyorlardı ona, arabasıyla Versailles’a giderken insanların şaşkınlık dolu bakışlarından anlıyordu bunu. Yalan söyleseler bile inanmıştı onlara, çünkü gücüne güvenmesi kendi kudreti demekti. Ama ya şimdi, böyle aşağılandığı zaman artık neydi?

Sanki yazgısı orada gizliymiş gibi mumun titrek ışığının aydınlattığı aynaya korkuyla baktı, sonra bakışlarını kendisine çevirdi. Ürktü, bu gördüğü kendisi miydi? Avurtları çökmüş, yanakları solmuş gibiydi, ağzının çevresindeki kötü çizgiler alayla bakıyordu aynadan, gözleri çukura kaçmıştı, dehşetle, yardım ararcasına kendisine dikilmişlerdi. Başını salladı. Hayaletti bu. Aynaya gülümsedi. Ama gülümsemesi aynadan donuk ve alaylı yansıdı. Bedenine dokundu; evet, ayna yalan söylemiyordu, zayıflamıştı, çocuk gibi olmuştu, parmaklarındaki yüzükler bollaşmışlardı. Damarlarındaki kanın soğuduğunu hissetti. Ürperdi. Her şey geçip gitmiş miydi, gençliği? İçinden öfke kabardı, kendisiyle alay etmek geldi içinden, o hayran olunan kadınla, Fransa’nın ecesiyle; ve uykuda konuşur gibi, yazdığı sahne oyununu kendisine adayan Voltaire’in dizeleri döküldü dudaklarından, hayranlarının keyifle yineledikleri o dizeler:

Vous qui possédez la beauté

Sans être vaine et coquette

Et l’extrême vivacité

Sans être jamais indiscrète,

Vous a qui donnèrent les Dieux

Tant des lumiéres naturelles,

Un esprit juste, gracieux,

Solide dans le sérieux

Et charmant dans les bagatelles.

Sanki her sözcükte bir alay gizliydi ve acaba aynadaki görüntü de kendisiyle alay mı ediyor diye gözlerini aynaya dikip baktı.

Kendisini daha iyi görebilmek için şamdanı eline alıp kaldırdı. Şamdanı yüzüne yaklaştırdıkça daha da yaşlı görünmeye başladı. Aynaya baktığı her dakika sanki hayatından yılları alıp götürüyordu, gözlerinin önünde sararıp soluyor, hastalıklı, bunak biri oluyordu, yaşlandığını, hayatının tükendiğini hissediyordu. Titredi. Bütün geleceğinin, bütün çöküşünün o aynada açıldığını gördü; kendisine bakmaktan vazgeçemiyor, gözlerini, kendisinden başkası olmayan bu yaşlı kadının çarpılmış, beyaz maskesinden alamıyordu.

Tam o anda mumların hepsi birden ürkmüşçesine sarsıldılar, mavi alevler fitillerden kurtulup uçacak gibi oldular. Aynada karanlık bir gölge duruyordu, elini Bayan de Prie’ye doğru uzattı.

Bayan de Prie haykırdı, elindeki metal şamdanı, kendini korumak için aynaya fırlattı, aynadan binlerce kıvılcım fışkırdı. Mumlar yere düşüp söndüler. Çevresi ve içi kapkaranlık oldu, bayılıp yere yığıldı. Alınyazısını görmüştü.

Paris’ten haber getiren ve aynadaki yansısıyla Bayan de Prie’yi dehşete düşürmüş olan haberci, paramparça olan aynadan fışkıran kıvılcımları gördü, bir de karanlıkta yere düşen bir şeyin tok sesini duydu. Odadan dışarı fırlayıp uşakları çağırdı. Gelenler Bayan de Prie’yi yerde, pırıltılı ayna kırıklarının ve sönmüş mumların arasında yatar buldular, kıpırdamıyordu, gözleri kapalıydı. Tek yaşam belirtisi, hafifçe kıpırdayan, mosmor kesilmiş dudaklarıydı. Onu yatağa taşıdılar, uşaklardan biri atına atlayıp doktor getirmek üzere Amfreville’e gitti.

Ancak hasta kadın çok geçmeden ayıldı, çevresindeki şaşkın bakışların arasında kendini toparladı. Yatağına nasıl gelmiş olduğunu bilmiyordu, ama korkusunu ve bitkinliğini karşısındakilerden gizledi; her zaman hazır tuttuğu, ancak şimdi maske gibi donuklaşmış olan gülümsemesini kanı çekilmiş dudaklarına oturttu, umursamaz, hatta neşeli çıkmasına gayret ettiği bir sesle başına ne geldiğini sordu. Uşaklar ürkerek, kaçamaklı sözcüklerle anlattılar. Bayan de Prie onları yanıtlamadı, gülümsedi ve elini mektuba uzattı.

Dudaklarındaki gülümsemeyi korumak güç geliyordu. Mektubu gönderen arkadaşı, sonunda kralla konuşmayı başarabildiğini yazmıştı.