Devletin parasını çarçur edip halkı telaşlandırdığı için kral kendisine hâlâ son derece kızgındı, ancak iki üç yıl içinde Paris’e geri çağrılması umudu vardı. Mektubu tutan elleri titredi. Demek iki yıl Paris’ten uzakta yaşayacaktı: İnsanlar olmadan, iktidarı olmadan; bunca yalnızlığı taşıyacak kadar güçlü değildi o. Bu, onun ölüm fermanı demekti. Mutluluk olmadan, varlık olmadan, iktidar olmadan, gençlik olmadan, aşk olmadan yaşayamayacağını biliyordu, Fransa’ya hükmeden kadın olduktan sonra, burada bir köylü gibi yaşayamayacağını biliyordu.
Aynadan kendisine uzanan o karaltının ve mumların sönmesinin ne anlama geldiğini bir anda kavradı; iyice yaşlanmadan, iyice çirkinleşmeden ve iyice mutsuz olmadan bu işe bir son vermeliydi. O arada gelmiş olan doktoru içeri almadı; kendisine yalnızca kral yardımcı olabilirdi. O yardım etmek istemediğine göre kendi başının çaresine bakacaktı. Bu düşünce artık acı vermiyordu. Zaten, o subay odasına gelip kendisini besleyen her şeyi elinden çekip aldığında ölmüştü o: Paris’in havasını –ki başka yerde soluk alamazdı–, elinde oyuncak ettiği iktidarı, hayranlarını ve gücünün dayandığı zaferlerini. Burada, bir başına, can sıkıntısı içinde, başı öne eğik olarak o boş odalarda dolaşan kadın Bayan de Prie değildi, yaşlanmakta olan, mutsuz, çirkin bir yaratıktı; bir zamanlar Fransa’nın üzerinde yıldız gibi parlayan adına daha fazla leke sürmemesi için o kadını öldürmesi gerekiyordu.
Sürgündeki kadın, kendi sonunu getirmek konusunda karara varır varmaz birden o uyuşukluktan, üzerindeki ağırlıktan, huzursuzluktan kurtuldu. Yeniden bir amacı oldu, bir meşguliyeti, kendisine hayat veren, hareketlendiren ve önünde çeşitli fırsatlar açan bir şeyi oldu. Burada, bir köşeye kıvrılıp ölen bir hayvan gibi ölmeyecekti elbette, ölümünü sarmalayacak gizemli, mistik bir şeyler tasarlıyordu. Bir kahraman gibi ölmeliydi, destanlardaki eski çağların kraliçeleri gibi. Yaşamı pırıltılı olmuştu, ölümü de böyle olmalıydı, kitleleri o uyuşuk hayranlıklarından sarsarak uyandırmalıydı. Paris’tekiler onun burada acılar içinde, yalnızlık çekerek, gözden düşmüş olarak, elde edemediği iktidarın hırsıyla yanıp tutuşarak göçüp gittiğini anlamamalıydılar; bir ölüm komedisiyle herkesi kandıracaktı. Yaşamının sevinç kaynağı, yani aldatmaca, onun yüreğini yeniden tutuşturdu. Fırlatılıp atılan, yerde kıvrılıp kalan ve üzerine basılarak ezilen bir mumun ışığı gibi değil, rasgele tutuşturulan, alev alev yanan bir sevinç yangını gibi gelecekti sonu. Uçuruma dans ederek düşecekti.
Ertesi sabah, yazı masasının üzerinden bir sürü kâğıt uçuştu, hafif parfüm kokulu, nazik, rica eden, baştan çıkarıcı, buyurgan, vaatkâr satırlardı bunlar. Bütün Paris’i ve taşrayı davet etti, herkesi, hangi konuya ilgi duyuyorsa onunla kandırdı, kimine bir av vaat etti, kimine bir oyun, bir başkasına maskeli balolar. Paris’te tanıdıkları vasıtasıyla komedyenler, şarkıcılar ve dansçılar kiraladı, pahalı kostümler ısmarladı, Fransa topraklarında bir ikinci saray devleti kurdu, tıpkı Versailles’daki gibi bütün incelikleri ve eğlenceleriyle. Tanıdığı tanımadığı insanları, soyluları ya da basit kişileri kandırıp davet etti, amacı insanları oraya getirtmekti, sonu gelmeden önce oynamak istediği mutluluk ve hoşnutluk komedisini izleyecek insanlar, seyirciler gelsin istiyordu.
Çok geçmeden Courbépine’de yeni bir yaşam başladı. Paris’in zevk düşkünü halkı, yeni şeyler peşindeydi. Ayrıca hepsi de Fransa’nın gözden düşmüş ecesinin, gittiği sürgün yerinde neler yaptığını gizliden gizliye ve biraz da alaycı bir merakla öğrenmek istiyorlardı. Şenlik şenliği kovaladı. Soyluluk armalarıyla süslü saltanat arabaları geldi; gülüp oynayan insanlar, atlı arabaları tıka basa doldurmuştu, at sırtında subaylar geldi, onlarla birlikte bir alay bedavacı ve hizmetkâr da. Gelenlere her gün başkaları ekleniyordu. Kimileri kırlarda oyun oynayacakmış gibi yanlarına çoban giysileri almışlardı, kimileri de büyük bir tantanayla geldiler: o küçük köy bir açık ordugâha dönmüştü.
Ve şato canlandı, ışıklı pencereleriyle ışıl ışıldı, kahkahalar ve konuşmalar, oyunlar ve müzik hayat katmıştı oraya. İnsanlar içeride dolaşıyor, daha önce suskunluğun gri renginin hüküm sürdüğü kuytularda çiftler fısıldaşıyordu. Korulukların gölgelerinde kadınların açık renkli giysileri parıldıyordu, mandolinler coşkulu tıngırtılarla titreyip gecenin içine arsız şarkılar salıyorlardı. Hizmetkârlar koridorlarda koşuşturuyor, pencerelere çiçekler konuluyor, çalılıkların arasından kıvılcım çakar gibi renkli ışıklar parıldıyordu.
1 comment