Kadının bütün öfkesi, günlerdir çektiği acı birden boşalıverdi, kendinden geçerek oğlanın üstüne saldırdı.
“Defol git! Sana acıdığım için sensiz yapamayacağımı mı sanıyorsun, seni köylü parçası? Defol! Evimi daha fazla kirletme, nereye istersen git, ama sakın Paris’e gitme, bana gelme. Defol git! Senden iğreniyorum, açgözlülüğünden, basitliğinden, budalaca hoşnutluğundan da; tiksiniyorum senden. Çık dışarı!”
İşte o anda beklenmedik bir şey oldu. Kadın nefretini üstüne kusarken oğlan yumruklarını görünmez bir kalkan gibi önünde tutmuştu, ama şimdi bu yumruklar koca birer taş gibi kadının üstüne inmeye başladı. Kadın haykırdı, gözlerini oğlana dikti. O ise gözü hiçbir şeyi görmeden, öç hırsıyla vurmaya devam etti, gücünün bilincinde olmak başını döndürmüştü, kadına vurdu, zengin, kibar, akıllı aristokrat bir kadını kıskanan bir köylü gibi indirdi yumruklarını, küçümsenen erkeğin kadına duyduğu nefretti bu, kadının güçsüz, hıçkırıklarla sarsılan, bükülen bedenine vurup kustu her şeyi. Önce bağırdı kadın, yavaşça inledi, sonra da sustu. Yumruklardan çok utançtı canını yakan. O anda içinde bir şeyler öldü. Sustu, erkeğin gazabını hissetti, sustu, hiç konuşmadı.
O zaman durdu oğlan, yorulmuştu, yaptığı şey kendisini de dehşete düşürmüştü. Kadının bedeni sarsıldı. Onun ayağa kalkmak istediğini sandı oğlan, kadının gözlerini görmek istemedi ve odadan dışarı fırladı. Ama kadının bedenini adeta kasarak yarıp çıkan şey, onca zamandır zaptettiği gözyaşları oldu.
Böylece son oyuncağını da kendi elleriyle kırmış oldu.
Kapı genç adamın arkasından kapanalı çok olmuştu ama kadın hâlâ yerinden kıpırdamıyordu. Ölene kadar kovalanmış bir hayvan gibi düştüğü yerde kalmıştı, can çekişir gibi sesler çıkarıyordu yavaşça, korkusu kalmamıştı, duyguları da, ne acı çekiyordu ne de utanç duyuyordu. Tarifsiz bir yorgunluk sardı içini, ne öç alma duygusu kalmıştı ne de öfkesi, yalnızca yorgundu, tarifsiz biçimde yorgun, sanki gözünden akan yaşlarla birlikte bütün kanı da akıp gitmişti ve yerde yatan onun cansız bedeniydi, kendi ağırlığıyla yere yapışmıştı. Ayağa kalkmaya çalışmadı, yaşadığı bunca şeyden sonra bedenini nereye sürükleyeceğini bilemiyordu.
Odaya yavaş yavaş akşam doldu, ama o akşamı hissetmedi. Çünkü akşam ağırdan alır. Öğle zamanı gibi küstahça pencereden içeri bakmaz, duvarlardan karanlık sular gibi fışkırır, tavanı boşluğa doğru kaldırır, her şeyi yavaş yavaş alıp sessiz sularının içine karıştırır. Bayan de Prie başını kaldırıp baktığında dört bir yanı kapkaranlıktı, sessizdi, yalnızca bir yerlerde küçük saat sonsuz tik taklarıyla çalışıyordu. Arkalarında korkunç bir şey gizleniyormuşçasına koyu renkliydi perdelerin kıvrımları, kapılar sanki duvarların içine gömülmüşlerdi ve odanın dört bir yanı, çivilenmiş bir tabut gibi simsiyahtı. Hiçbir yerde giriş ya da çıkış görünmüyordu, her şey hem sınırsız hem de engellenmiş gibiydi, her şey üstüne gelir, havayı sıkıştırır gibiydi; soluk alamıyor, ancak hırıltılı sesler çıkarabiliyordu.
Yalnızca arkasında, nereye gittiği belli olmayan bir yol ışıldıyordu; yüksek ayna, bir bataklığın gece görünen yüzeyi gibi karanlıkta usulca parıldıyordu, kadın yerinden doğrulurken, aynanın içinde bir şey kabardı. Bayan de Prie ayağa kalkıp aynaya yaklaştı; hayalet gibi bir yaratık aynanın içinden bir duman gibi kabardı: kendisiydi bu, yaklaşıp geri çekilen kendisiydi.
Ürperdi. İçinden, ışık diye bir haykırış yükseldi. Ama kimseyi çağırmak istemiyordu, kavı ateşledi, sonra konsolun mermeri üzerinde donuk metal parıltısıyla duran şamdandaki mumları birer birer yaktı. Mumların alevleri kıvrıldı, bedenleri sıcacıkken soğuk suya adım atan insanlar gibi titreyerek karanlığa değdi, geri çekildi, yeniden uzadı, sonunda şamdanın üstünde titrek bir ışık bulutu kümelendi, halka halka genişleyerek tavana kadar yükseldi. Tavanda, her zaman narin meleklerin gökyüzündeki bulutların arasında salındığı yerlerde, sis gibi çökmüş gri gölgeler vardı, yukarıya doğru titreşerek uzanan alevlerin küçük parıltıları bu gölgeleri huzursuzca delip geçiyorlardı. Odadaki şeyler sanki ansızın uykularından uyandırılmışlardı, kıpırtısızca duruyorlardı, onların gerisinde gölgeler bodur hayvanlar gibi sürünüyor, kadını ürkütüyorlardı.
Ama ayna kadını kendine çekiyordu. Aynaya baktıkça orada bir şeyin kıpırdadığını görüyordu. Ayna dışında çevresi sessizdi, düşmanlık doluydu, eşyalar suskundu, insanlarsa onu istemiyorlardı. Kimseye soru soramaz, derdini dökemezdi; ama aynanın içinde yanıt veren bir şey vardı, vurdumduymaz olmayan, hareket eden ve kadına bakan bir şey.
1 comment