Versailles’daki uçarı yaşam sürüyordu burada, tasasızlığın hafif cilveleri yaşanıyordu. Saraylıların olmaması gerçi bu işin görkemini azaltıyordu ama coşkuyu artırıyordu, uyulması gereken kurallar olmayınca insanlar içlerinden geldiği gibi davranıyorlardı.

Bayan de Prie, bu karmaşanın ortasında, damarlarındaki donmuş kanın ısındığını hissediyordu. Sayıca pek az olmayan, tümüyle başkalarından beslenen kadınlardandı. Kendisine hayranlığını gösteren birini görünce güzelleşiveriyordu, akıllı insanların yanında o da zeki oluyordu, pohpohlandığında tepeden bakıyordu, sevildiği zaman âşık oluyordu. Kendisinden çok şey istendikçe o da fazlasıyla veriyordu. Ama yalnızken, kendisini gören, konuşan, dinleyen ve bir şeyler isteyen kimse olmayınca çirkinleşmiş, budalalaşmış, çaresiz ve mutsuz olmuştu. Yaşamın içindeyken canlanıyordu o ve yalnızken kendisinin gölgesi oluyordu. Şimdi de, eski yaşantısının bir yansısıyla çevriliyken, bütün neşesi, tasasız cilveleri yeniden yüzeye çıkmıştı, yeniden zeki, tatlı biri olmuştu, herkesi kendine hayran bırakıyor, sohbetler ediyor, üzerindeki bakışların ateşinde parıldıyordu. Keyifli görünüp bu insanları aldatacağını unutmuş, gerçekten mutluluktan coşup taşmaya başlamıştı; her gülümsemeyi bir mutluluk, her sözcüğü bir gerçek olarak kabul ediyordu, bir sevgilinin kollarına atılırcasına, çoktandır özlemini çektiği insanların varlığının alabildiğine tadını çıkarmaya koyulmuştu.

Bu şenliklerin gitgide çığrından çıkmasını istiyor, durmadan yeni insanlar çağırıyor, onları kandırıp oraya getirtiyordu. İnsanlar da geliyordu. Çünkü o günlerde, bankaların çökmesiyle birlikte ülke yoksullaşmıştı, o ise hüküm sürdüğü günlerde baskıyla topladığı milyonları iki eliyle havaya savuruyordu. Para, kumar masalarında yuvarlanıyor, pahalı havai fişeklerde harcanıyor, alışılmadık heveslerde akıp gidiyor, ama Bayan de Prie, ne yapacağını bilmezcesine, paraları gitgide daha da düşüncesizce havaya savuruyordu. Bu eğlencelerdeki israftan ve görkemden hayrete düşen konuklar ne düşüneceklerini bilmiyorlardı: bu eğlencelerin kimin onuruna düzenlendiğinden hiçbirinin haberi yoktu. Yaşanan o çılgın karmaşanın içinde bunu Bayan de Prie’nin kendisi de neredeyse unutmuştu.

Bütün ağustos ayı boyunca eğlencelerin ardı arkası kesilmedi. Eylül’le birlikte ağaçların dalları renkli meyvelerle doldu, akşam bulutları altın rengine büründü. Gelenlerin sayısı azaldı, saatler kısaldı.

Ancak Bayan de Prie bütün bu eğlencenin içinde amacını neredeyse bütün bütüne unutmuştu. Karşısındakilerin gözlerini bu çılgınlıklarla, debdebeyle boyamak istiyordu, ama kandırdığı yalnızca kendisiydi; eski yaşantısının bu taklidine kendini öylesine düşüncesizce kaptırmıştı ki kendisi bile gerçek sandı onu; gücüne, güzelliğine, yaşam sevincine kendisi de inanır oldu.

Elbette farklı olan bir şey vardı ve bu da ona acı veriyordu. Bir hiç olduğundan bu yana insanlar ona daha dostça davranıyorlardı; hem sıcak hem de soğuktular. Kadınlar artık ona imrenmiyor, iğneleyici sözler söylemiyorlardı, erkekler de çevresinde pervane olmuyorlardı. Onunla birlikte gülüyorlar, ona iyi bir arkadaşlarıymış gibi davranıyorlardı; ama yalandan seviyormuş numarası yapmıyorlar, yalvarmıyorlar, yağcılık yapmıyorlar, düşman da olmuyorlardı; bütün bunlar ona güçsüz kaldığını hissettiriyordu. Kıskançlık olmadan, nefret olmadan, yalan olmadan yaşanmaya değmezdi. Çoktan unutulmuş olduğunu dehşetle fark etti. Dünya hâlâ çılgınca dönüyordu, ama o artık dünyanın merkezi değildi. Erkekler başka kadınlarla gülüşüyorlardı, bu kadınların gençliği ve körpeliği ilk kez dikkatini çekiyordu; yaşlanmadan, bu insanlar tarafından unutulmadan onlara varlığını hatırlatmanın zamanı gelmişti.

Kararını uygulamadan önce günlerce tereddüt etti. Yarı korku yarı umutla titriyordu yüreği, bir şey onu engellesin, geri dönülemeyecek adımı atmaktan alıkoysun istiyordu sanki. Kurduğu sofralara uzanan, dans ederken kadınlara sarılan, kumar masasının üzerine altın paraları fırlatan onca el arasında kendisini tutabilecek, tutmak isteyecek bir tek el bile yok muydu, bu insanların renkli oyunundan rahatça vazgeçirtecek kadar kendisini sevecek bir tek kişi yok muydu, ona sahip olması karşılığında hükümdarlığının uçucu gücünü terk edebileceği biri? Hiç farkında olmadan bütün erkeklerin yüzünde tutku arandı, tutku dilendi onlardan, çünkü böylelikle kendi yaşamını talep ediyordu. Ama bunu fark eden olmadı.

Günün birinde krallık muhafızlarından genç bir subayla karşılaştı, daha önce de dikkatini çekmiş olan sevimli, neşeli bir çocuktu bu; karanlığa gömülen parkta, alnını kırıştırarak, dişlerini sıkarak ağaçların arasında dolaşıp duruyor, ara sıra da yumruğunu ağaçların gövdelerine indiriyordu. Bayan de Prie çocukla konuştu. Ne olduğu anlaşılmayan bir yanıt verdi delikanlı, onu rahatsız eden bir sır olduğunu anlayan kadın da mutsuzluğunun nedenini öğrenmek istedi. Sonunda subay, bağlı olduğu alayın parası olan yüz Louis altınını kumar masasında bırakmış olduğunu itiraf etti.