Faytonlar beyaz toz bulutları kaldırarak uzaklaştılar, atlılar dörtnala gittiler, salonlar kahkahasız ve ışıksız kaldı, şömineye huzursuz bir esinti yerleşti. Sanki giden bu insanlarla birlikte kanı da yavaş yavaş damarlarından çekiliyordu, gitgide daha da çok üşüyor, güçten düşüyor, savunmasız ve korku içinde kalıyordu. Daha dün, çocuk oyunu gibi kolay görünen ölüm, yeniden yalnız kalan bu kadına birden bütün dehşeti ve gücüyle görünmüştü.

Kontrol altına aldığını, başını ezdiğini sandığı her şey birden yine canlanıverdi. Son akşam gelmişti: Işıktan ürküp eşyaların arkasına gizlenen gölgeler yine yılan gibi kıvrılarak, dillerini uzatarak gizlendikleri köşelerden dışarı çıkıyorlardı. Kahkahaların boğduğu, onca insanın renkli resimlerinin örttüğü dehşet, yeniden ve tüm gücüyle o ıssız salonlarda boy gösteriyordu. Seslerin seliyle sinen sessizlik, şimdi yeniden bir sis gibi yayılıyor, odalara, salonlara, merdivenlere, koridorlara ve kadının ürkek yüreğine doluyordu.

Ona kalsa çoktan bitirirdi bu işi. Ama tarih olarak Ekim ayının 7’sini seçmişti ve bu kandırmacayı bozmamalıydı, zaferinin bu yapay ve yalanlarla parıldayan binasını bir kapris uğruna yerle bir etmemeliydi. Beklemesi gerekiyordu. Ama dışarıda rüzgâr uğuldar ve burada karanlık gölgeler boğazına sarılırken böyle beklemek, ölüm saatini beklemek, ölümden de beterdi. Nasıl dayanacaktı buna, ölümden önceki bu upuzun geceye, sabah gün ağarana kadar geçecek olan bu sonsuz zamana? Koyu renkli nesneler daha da ürkütücü bir biçimde onu sıkıştırıyorlar, geçmiş yaşamının bütün gölgeleri mezarlarından çıkıyorlardı; onlardan kurtulmak için odadan odaya koşuyordu, ama onlar tablolardan bakıyorlar, pencerelerin arkasından sırıtıyorlar, dolapların arkasına siniyorlardı. Henüz yaşayan ve insan isteyen, bir tek gece için insan isteyen kadına, ölüler el uzatmaya başlamışlardı bile. Tan ağarana kadar kendisini ısıtacak bir mantoya sarınmak istercesine bir insan arıyordu yanında.

Birdenbire çıngırağı çaldı, öyle ki çıngırak vurulmuş bir hayvan gibi tiz bir sesle çınladı. Uyku sersemliğini üzerinden atamamış bir uşak çıkageldi. Bayan de Prie ona derhal papazın yeğenine gitmesini, onu uyandırıp alıp getirmesini buyurdu. Delikanlıya verilecek önemli bir haberi vardı.

Uşak aklını kaçırmış birini görmüş gibi baktı ona. Ama o bunu hissetmedi, aslında hiçbir şey hissetmiyordu, içindeki bütün duygular ölmüştü. Kendisine dayak atmış olan birini çağırtmaktan utanmıyordu, gecenin ortasında, adamın birini yatak odasına çağırtmak için uşağı göndermekten utanmıyordu. İçi bomboştu, buz gibiydi, donmamak için zavallı, titreyen bedeninin sıcağa ihtiyaç duyduğunu hissediyordu. Ruhu çoktan ölmüştü, geriye öldürülecek yalnızca bedeni kalmıştı.

Bir süre sonra kapı açıldı. Eski âşığı içeri girdi. Yüzünde soğuk ve alaycı bir ifade vardı, anlatılmaz derecede yabancıydı kadına. Yine de, onun kapıyı açması ve Bayan de Prie’nin odadaki eşyalarla yalnız kalmaktan kurtulmasıyla birlikte dehşet duygusu az da olsa gerilemişti.

Genç adam soğukkanlı görünmeye, duyduğu şaşkınlığı belli etmemeye çabalıyordu, çünkü bu davet hiç beklemediği bir anda gelmişti. Günlerdir, şatoda davetler birbirini izlerken, genç adam öfkeden sıkılmış dişleriyle bahçenin parmaklıklarının çevresinde gizlice dolaşmış, bu kadının sevgilisi olarak bütün bu debdebenin ortasında yer alabilirdim diye pişmanlıktan kıvranmıştı. Bir zamanlar kadını aşağılamış olduğu için kendi kendine öfkelenip durmuştu, çünkü bu ziyafetlerde akıtılan parayı gördükçe zenginliğin nasıl bir gücü olduğu birden kafasına dank etmişti, kendisiyse bundan yararlanma fırsatını kaçırmıştı. Ayrıca, Bayan de Prie ile geçirdiği saatlerden sonra, insanın içini gıcıklayan şehvetleri, hışırtılı ipek giysileriyle bu narin ve kırılgan bedenli, zarif, mis kokulu, ahlakça çökmüş bu kadınlara karşı içinde büyük bir arzu doğmuştu. O sefil papaz evine geri dönmek zorunda kalmıştı, oradaki her şey bir anda gözüne kaba, kirli ve eski görünmüştü. Körüklenen hırsıyla, Paris’ten gelen bütün kadınlara gözünü dikmişti, ama ona bakan olmadı, arabalarının tekerleklerinden sıçrayan çamurla onu aşağılayıp kirlettiler, önlerinde dalkavukça şapkasını çıkarıp selamladığı beyefendiler ise onun farkında bile olmadılar. Yüzlerce kez içinden şatoya gidip Bayan de Prie’nin ayaklarına kapanmak geldi ama korkusundan her seferinde vazgeçti.

Şimdiyse kadın onu çağırtmıştı, bu da delikanlının burnunu havaya dikmesine neden olmuştu. İçten içe böbürleniyordu: kadın kendisine yeniden ihtiyaç duyduğuna göre bu, hayatının en gururlu anıydı.

Bir an birbirlerinin yüzüne baktılar. İkisi de gözlerindeki nefreti güçlükle gizliyordu.