Ama kararı değişmedi çocuğun. Acelesi vardı. Kalmak istemiyordu. Bunu kırıcı bir biçimde söylemeseydi, kendini bir tek gece için sattığını böylesine hissettirmeseydi, yüz binlerce altın değerindeki takılarını çocuğa bağışlayacaktı kadın. Ama genç adam kabaydı, bakışları küstah ve sevgisizdi. İşte o zaman Bayan de Prie kutudan bir tek küçücük, donuk –genç adamın gözleri gibi donuk– değerli taş çıkardı, genç adamın içinde ne olduğunu bilmediği kutuyu Paris’teki Unsulin manastırına götürmesi karşılığında hizmetinin bedeli olarak ona verdi. Kendisi için dua edilmesini rica eden bir mektubu da kutunun yanına ekledikten sonra sabırsızlanan genç adamı Berlington Dükü’ne gönderdi.
Delikanlı pek de fazla teşekkür etmeden ayrıldı oradan, yükünün ne kadar değerli olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Böylece Bayan de Prie, herkese duygularının komedisini oynadıktan sonra yolunun üstüne çıkan son kişiyi de aldatmış oldu.
Genç adamın arkasından kapıyı kapattı, çekmeceden aceleyle küçük bir şişe çıkarttı. İncecik Çin porseleninden yapılma bu şişenin üzerinde ürkünç mavi ejderhalar kıvrılıp bükülüyorlardı. Kadın şişeyi meraklı gözlerle inceledi ve onunla, tıpkı insanlarla, prenslerle, Fransa’yla, aşkla ve ölümle oynadığı gibi kayıtsızca oynadı. Şişenin kapağını çevirerek açtı ve içindekini küçük bir kâseye boşalttı. Bir an duraksadı, ama bu yalnızca sıvının acı olmasından korkmasındandı. Sıcak sütü yalayan bir kedi yavrusu gibi dikkatle dilini kâseye soktu; yo, tadı kötü değildi. Böylece bir dikişte kâsenin içindekini içiverdi.
O anda bütün bunlar onun gözüne nedense gülünç ve olağanüstü maskaraca göründü, küçücük bir yudum alıyordu insan ve ertesi sabah bir daha ne bulutları görüyordu, ne de çayırları ve ormanları; haberciler koşuyordu, kral dehşete düşüyordu, bütün Fransa şaşkınlık içinde kalıyordu. Onca korkmuş olduğu büyük iş buydu demek. Konuklarının düşeceği şaşkınlığı getirdi aklına, ölümünü günü gününe bilmesinin ardından uydurulacak destanları; anlayamadığı bir tek şey vardı: ölümü, insanların eksikliğini hissettiği için kendine layık görmüştü, oysa bu insanlar, bunca basit bir komediyle kandırabildiği aynı basit, budala insanlardı. Bu ölüm olayı çok kolay geliyordu ona, hatta ölürken gülümseyebilirdi bile, gerçekten de –bunu denedi de– pekâlâ da gülümseyebilirdi; öldükten sonra insanın güzel ve huzurlu yüz hatlarına sahip olması, yüzünün doğaüstü bir mutlulukla ışıldaması hiç de güç değildi. Aslında, öldükten sonra bile mutluluk komedisini sürdürebilirdi insan, bunu daha önce bilmiyordu. Her şeyi, insanları, dünyayı, ölümü ve yaşamı bir anda müthiş eğlenceli bulmaya başlamıştı, öyle ki hoppa dudaklarındaki düzmece gülümseme farkında olmadan gerçek oluverdi. Karşısında bir ayna varmışçasına yerinde doğruldu, ölümü bekledi ve gülümsedi, gülümsedi, gülümsedi.
Ama ölümü kandırmak olanaksızdı, ölüm o gülümsemeyi kesip attı. Bayan de Prie’yi bulduklarında yüz hatları korkunç bir biçim almıştı; son haftalarda çektikleri, yüzündeki korkunç çizgilerde bire bir okunuyordu: öfkesi, çektiği işkence, anlamsız korkusu, çılgın, umarsız acıları. Dudaklarına kondurmak için onca çabaladığı sahte gülümseme silinip gitmişti. Acıyla kıvranan ayakları çarpılmıştı, elleri perdelerden birini öyle sıkıca kavramıştı ki parmaklarının arasında yırtık kumaş parçaları kalmıştı, ağzı haykırmak istercesine açıktı.
Seviniyormuş, ölüm gününü gizemli bir biçimde önceden biliyormuş numarası da boşuna olmuştu. İntihar haberinin Paris’e ulaştığı akşam, bir İtalyan hokkabaz sarayda gösteri yapıyordu. Şapkadaki tavşanları yok ediyor, yumurta kabuklarından kaz çıkarıyordu; haber geldiğinde insanlar biraz heyecanlandılar, şaşırıp fısıldaştılar, Bayan de Prie’nin adı biraz aralarında dolaştı, ama hokkabaz o sırada yeni bir numara gösteriyordu, bu yüzden Bayan de Prie unutuldu, kendisi de o dakikada orada olsa yabancı birinin başına gelenleri öylece unuturdu. Onun o tuhaf ölümüne Fransa’da duyulan ilgi pek uzun sürmedi ve akıllardan çıkmayacak bir komedi oynamak konusunda gösterdiği umarsız çaba boşa gitmiş oldu. Özlediği ünü, ölümüyle sağlamaya çalıştığı unutulmazlığı adının arkasına ekleyemedi; onun ölümü, önemsiz olayların tozunun toprağının altında kaldı. Çünkü tarihin akışı, zorlanmaktan hoşlanmaz, kahramanlarını kendisi seçer, ne kadar zorlasalar da davetsiz gelenleri hiç acımadan geri çevirir; kaderin arabasından düşen olursa onu artık yukarı çekmemek gerekir. Bayan de Prie’nin benzersiz ölümünden, gerçek yaşamından ve onca ustaca tasarlanmış ölüm oyunundan geriye herhangi bir kitabın sayfalarında üç-beş önemsiz satırdan başka bir şey kalmadı; kurutulmuş bir çiçek çoktan yitirdiği baharının güzel kokulu mucizesini ne kadar yansıtıyorsa, bu satırlar da onun geçmişe gömülü kaderinin fırtınalarını o kadar yansıtıyor.
MADALYA
1810 yılındaki savaş sırasındaydı. İspanyolların çılgınca savundukları ve Fransızların da bıkıp usanmadan saldırdıkları Katalanya’daki Hostalrich’e doğru giden askeri yolda müthiş, kuru bir toz bulutu kabarıyordu.
1 comment