Ama ne olursa olsun kaçmalıydı, bunu hissediyordu, acınası savunmasızlığını düşündükçe yüreği yansa da. Ağaçların tepesinde görünen solgun ışık henüz harekete geçmesine izin vermiyordu. Dişlerini sıkıp, gözleri yanarak çalılığın dibinde kıpırdamadan yatıp beklemek zorundaydı; yeşil pırıltılarla akşam pusunun içinden sıyrılıp gökte yükselecek tepsi gibi ayı bekleyecekti, toprağın her titreyişine kulak kabartacaktı. Havadaki her titreşime, ormanın içinden gelen her kuş sesine, akşam rüzgârının salladığı dallardaki her iniltiye. Mısır’ın bitmek bilmeyen gecelerini, bitimsiz bir suskunlukla ve adlandırılamayan bir tehditle dolu, kükürt çalığı gökyüzünü hatırlayınca içi ürpertiyle doldu. Kurtulması olanaksız bir biçimde terk edilmiş olmanın ağırlığı yüreğine çöktü.

Saatler sonra, soğuk ay ışığının altında orman buz tutmuşçasına uzanırken, baskına uğradıkları yere doğru dizlerinin üzerinde ihtiyatla emekledi, titriyordu ama, korkudan değil de ne olduğunu bilmediği bir şeyi beklemenin harlı ateşinden. Çektiği heyecan için korkunç bir işkence olan inanılmaz bir ihtiyatla dört ayağı üzerinde, çalıların, birbirine girmiş otların ve ağaç dallarının sert ağının arasından öne doğru ilerledi. Ağaçtan ağaca giderken yüzyıllar geçmiş gibi geliyordu ona. Sonunda anayol, bir göl gibi aydınlık, otların uykulu karanlığının arasından göründü.

Rahat bir soluk alarak doğruldu, elinde tabancası ve hazır tuttuğu kılıcıyla ıssız yola doğru koşmaya hazırlandı. Birden irkildi, bir gölge fırlamıştı önüne. Ve geri kaçmıştı. Bir kez daha gelip gitmişti; ne olduğu anlaşılmıyordu, ama yine de serin bir esinti kadar hissediliyordu.

Albay tabancasına yapıştı ve ağaçların arasındaki karanlığa dikti gözlerini. Ama hiçbir ses gelmiyordu oradan. Yine de, gölge, yavaş yavaş ve sürekli olarak yoldaki çakılların üzerine vuruyor ve bir anda, cin gibi yeniden silinip gidiyordu. Saat sarkacı gibi gidip geliyordu, gizemlice ve sessizce, gecenin içinde bir hayalet gibi. Albay onun hareketlerini soluğunu tutarak izledi. Gözlerini ay ışığına çevirince birden irkildi.

Tam başının üstünde, genç bir mantar meşesinin yere eğilmiş dallarından birinde, çıplak bir ceset sallanıyordu, ay ışığının donuk ışıltısında soluk ve ürkünç bir biçimde parlıyordu. Albay dehşet dolu gözlerini ağaçtan ağaca çevirdikçe bu korkunç tablo çoğaldı. Ağaçların tepelerindeki gölgelerin içinde sallanan ve ürpertici yarı karanlığın pek az aydınlatabildiği ölüler, solgun gövdeleri rüzgârda oradan oraya savrulurken sanki tuhaf işaretler ediyorlardı. Albay, cesetlerin çarpılmış yüzlerinin üstünde kendi askerlerinin alay edercesine oturtulmuş kasketlerini görünce gırtlağından can çekişircesine bir hırıltı yükseldi. Askerleri, o cesur, yürekli çocuklar, daha dün nöbet ateşinin başında oturup şakalaştığı çocuklar, tüyü yolunmuş, boğazı sıkılmış tavuklar gibi, o haydutlar, yol kesenler, İspanyollar tarafından asılmışlardı, alçakla öldürülmüşler, işkence edilmişler, sövülmüşler, yüzlerine tükürülmüştü! Öfkeden titreyerek ayağa kalktı, herhangi bir şey yapmak ihtiyacı içinde ağaçların sert gövdelerini yumrukladı. Sonra da dişlerini sıkıp kendini yere attı; otları köklerinden koparıp ellerinin içinde eziyor, çaresizliğinin verdiği acıyla alev alev yanıyor, bir şey yapmak, haykırmak, sağı solu yumruklamak, birilerini boğmak, öldürmek arzusuyla yanıp tutuşuyordu. İçinde bir şeyler dolup taşıyor, öfkesinin ve çaresizliğinin alevi gitgide yükseliyordu. Yolun üzerindeki gölgeler ve ormanın boğuk sesli uğultusu da kesilmiyordu! Albay yıllardır ilk kez olmak üzere gözyaşlarının neden olduğu bir yanma duydu gözlerinde, kendisini bu canilerin, ölülere saygısı olmayan bu insanların ülkesine gönderdiği için Napoléon’u ilk kez lanetle andı. Ve bu ad, bu çığrından çıkmış, derin hiddeti iyice depreştirdi. Albayın elleri alev alev yanıyordu.

Ansızın bir gürültü! Bir ayak sesi... Kan ve soluk, heyecan ve gazap, düşünce ve hesaplama bir saniyelik bir bekleyişe dönüştü. Gerçekten de bir ayak sesiydi bu, koşarak yaklaşan adımlar vardı. Çok geçmeden de, yolun ormana girdiği yerde, ağaçların arasında bir gölge belirdi. Albay, içgüdüsel olarak karanlıkta çömeldi, elindeki silahları hırsla sıktı, ayın hafif ışığında gelenin bir İspanyol olduğunu görünce göğsü sıkıştı, heyecanla inip kalktı.