Bir haberciydi bu belki, bir çoban, bir çapulcu, yolunu şaşırmış biri, bir köylü, bir dilenci de olabilirdi; ama albayın elleri yanıyor, karıncalanıyordu, bir İspanyol’du o adam, bir katil, bir alçaktı. Duyduğu hırs ve arzu birleşip coşkuyla bir hedefe yöneldi. Pusuda bekleyen albay, İspanyol’un bir adım öne geçmesine izin verdi, sonra da boğuk bir haykırışla şaşkın adamın üstüne atladı, sol eliyle onun boğazına yapışırken dehşet dolu haykırışını parmaklarıyla bastırdı. Ve sonra –ölümle savaşırken şişen gözlerin karşısında bir an şehvetle duraladıktan sonra– hançerini kurbanının sırtına sapladı, yavaşça, acımasızca ve tadını çıkararak. Sonra da artan öfkesiyle üst üste sapladı, gitgide hızlanarak sırtına ve gırtlağına soktu hançerini, sonunda hançerin sapı ters döndü ve kendi eline battı. Duyduğu acı ve ılık ılık akan kan, öfkeden gözü dönen albayın aklını başına getirdi. Tiksinerek cesedi yere itti, ceset yuvarlanıp çukura yöneldi ve boğuk bir ses çıkararak düştü.
Sonra serin akşam havasını derin derin soludu albay. Birden müthiş rahatlamıştı. Artık ne öfke hissediyordu, ne de korku, ürkü, pişmanlık ya da hararet; hissettiği yalnızca serin, serin, ay gibi serin, dolu dolu, tatlı bir esintiyle şişen ve dudaklarına değip geçen havaydı. Bedenine yeniden güç ve cesaret doldu, aklı başına geldi; dimdik durdu, kendini yeniden Napoléon’un albayı olarak hissetti. Düşünceleri dingin ve sağlam bir biçimde geçmişten geleceğe döndü. Aceleyle, gözlerini kör eden bir öfkeyle öldürdüğü adamın cesedi kendisini ele verecekti; bunun farkındaydı. Titrek ay ışığı altında neredeyse hortlamış gibi canlı duran o çarpılmış yüzün üzerine eğildiğinde o cam gibi gözler kendisine korkutucu bir ifadeyle baktılar. Ama albay ne korku duydu ne de pişmanlık, gelip geçici bir dehşet duygusuyla bile ürpermedi. En ufak bir korku duymadan cesedi tuttu, çıtır çıtır kırılan çalıların arasından geçirip daha önce kendisinin gizlendiği yere doğru sürükledi, ağır gövdeyi ağaçların arasına fırlattı. Soluk aldı. Artık hiç heyecanı kalmamıştı, ama yorgunluk ve yaşadığı korkunç anların gerginliği etkisini göstermeye başlamıştı. Sabah pek uzak olmasa gerekti, çünkü ayın ışığı gitgide solmaya başlamıştı. Geç kaldığına karar vererek kaçış planından vazgeçti. Başka olasılıklar düşünmek yerine yorgunluğuna yenik düşerek yere, cesedin hemen iki adım ötesine uzandı. Ve ağır ve deliksiz bir uykuya daldı, tıpkı İtalya’nın ve Avusturya’nın savaş alanlarında ölümün yalnızlığında uyur gibi.
Bulutlu bir sabahın sarı ışığında bu dehşet gecesinden uyanan albay, sabah ayazında titrerken, boğazında boğulurcasına bir baskı hissederek içinde bulunduğu çaresiz durumu düşündü. Bir asker olduğu apaçık belliydi, o ülkenin dilini de konuşmuyordu, bu yüzden çevresini alan o karanlık ormandan dışarı bir adım bile atmayı göze alamazdı. Yine beklemesi gerekiyordu, akşam olana kadar hiçbir şey yapmadan bekleyecekti, yakından Fransız birliklerinin geçmesini, akla hayale gelmeyen bir şey olmasını umarak bekleyecekti orada. Yavaş yavaş, içini kemiren bir hayvan gibi bir başka ses duyurdu kendini, rahatsız edici, eziyet edici bir sesti bu. Açlık duygusu bağırsaklarını kemiriyordu. Dudakları susuzluktan kavrulmuştu. İşkence dolu bir gün başlamıştı; topraktan çekip çıkardığı köklerden emdiği toprak kokulu sıvı gibi yakıcı düşünceler beynini dağlıyordu. Her şeye bir son verebilecek olan, dolu tabancasını elinde huzursuzca evirip çeviriyordu. Tetiğe basmasını engelleyen tek şey, ormandaki bir hayvan gibi geberip gitmenin vereceği acıydı, gururuydu, yok yere, savaşmadan, birliğinden uzakta ölmek istememesiydi. Sabahtan akşama kadar, bir yüzyıl gibi görünen saatler boyunca, kendisini uyuşturan acılar içinde bekledi.
1 comment