Coştukça coştu, genç ağaçlarla oyun oynadı, alçak dallara erişene kadar sıçradı, sonra dalları birden elinden bıraktı, birkaç beyaz çiçek onları tutmaya çalışan eline, yıllardır ilk kez çözülmüş saçlarına ok gibi düşünce de kahkahayla güldü. Aklı bir karış havadaki kadınların hayatlarının her anında sahip oldukları o muhteşem unutkanlıkla, sürgünde bulunduğunu, eskiden Fransa’da hükümdar olduğunu, şimdi kelebeklerle ve parlak renkli çiçeklerle nasıl oynuyorsa bir zamanlar insanların yazgılarıyla da öyle oynamaya hakkı olduğunu unutuverdi; on, on beş yıl geriye gitti, Bayan Pleuneuf oldu, Cenevreli bir bankerin kızı, manastırın bahçesinde oyun oynayan, Paris’ten ve dünyadan habersiz, küçük, sıska, coşku dolu, on beş yaşında bir kız oldu.

Öğleden sonraları hizmetçilere buğdayın toplanmasında yardımcı oluyordu; koca koca demetleri bağlamak, sonra da hızla arabanın üstüne fırlatmaktan müthiş keyif alıyordu. İlk başlarda çekinen, saygıyla geride duran bütün o insanların arasında, tepeleme doldurulmuş arabanın üstüne oturup ayaklarını sallandırıyor, oğlanlarla birlikte gülüyor, daha sonra dansa gidildiğinde de onların ortasında fır dönüyordu. Bütün bunlar ona, saraydaki eğlenceli bir maskeli balo gibi geliyordu; nasıl güzel vakit geçirdiğini, saçlarında kır çiçekleriyle halka oyunu oynadığını, köylülerle aynı kaptan içki içtiğini Paris’te anlatmak için sabırsızlanıyordu. Versailles’dayken çoban oyunlarının kandırmaca olduğunu nasıl fark etmemişse, bütün bunların birer gerçek olduğunun da farkında değildi. Yüreği hep yaşadığı anın içinde kayboluyordu, gerçeği söylerken yalan söylüyor, kandırmak isterken dürüst davranıyordu; tek bildiği, ne hissettiğiydi. Şimdi de damarlarından mutluluk ve taşkınlık akıyordu, gözden düşmüş olduğunu söyleyen çıksa gülüp geçerdi.

Ertesi sabah, günlerinin ışıl ışıl cıvıltısına kapkara bir sıkıntı damlası düştü. Burada, uyanmak bile insanın canını acıtıyordu: Düşsüz geçirilen kapkara bir gecenin ardından birden günün içine dalıveriyordu insan, tıpkı sıcak, bunaltıcı bir havada buz gibi suyun içine dalar gibi. Kendisini neyin uyandırdığını bilmiyordu. Işık yüzünden değildi, çünkü ıslak camların dışında, yağmurlu, soluk bir gün vardı. Gürültü yüzünden de değildi, çünkü ses duyulmazdı burada, yalnızca duvardaki tablolardan, ölmüş insanlar sabit, delici bakışlarla bakarlardı. İnsan uyanır, neden ve ne için uyandığını bilmezdi; burada onu kendine çeken, çağıran hiçbir şey yoktu.

Paris’te uyanmanın nasıl da farklı olduğunu düşündü. Akşamları dans edilir, sohbet edilir, arkadaşlarla gece yarısına kadar birlikte olunur, sonra yorgunluğun arkasından gelen o muhteşem uykuya dalınır, uyarılmış duyular, uykudayken de renkli tablolar sunmaya devam ederdi. Sabahları, gözleri henüz kapalıyken, düşünün içinden gelir gibi, ön odalardan kısık sesler duyardı; daha uykusu açılmadan, içeri dalarlardı: Fransız dükleri, ricacılar, sevgililer, arkadaşlar, bunların hepsi de ondan lütuf bekler, armağan getirirlerdi: coşkulu bir neşeyi. Herkes güler, gevezelik eder, dedikodu yapar, en son haberleri getirirdi onun yatağına. Ve o, en renkli düşlerin içinden doğrudan doğruya hayatın akışının içine uyanıverirdi; düş görürken dudaklarına konan gülümseme uçup gitmezdi, ağzının kenarında asılı kalır, kafesindeki kuş gibi coşkuyla sallanırdı orada.

Gün başlayınca, insanların tablolarının yerini insanların kendileri alırdı ve bu insanlar onun yanında kalırlardı: giyinirken, gezintiye çıkarken, yemek yerken, ta gece geç saatlere kadar. Dans ederek, bitmek bilmez bir tempo içinde onun yaşamının çiçekli kayığını sallayan ve dalgalar gibi durup dinlenmeden kıpırdayan, kabaran bu gelgitin mırıltılar içinde kendisini alıp götürdüğünü hissederdi.

Burada insan uyanınca, sanki günü kıyıdaki bir kayalığa fırlatılıyor, saatlerin sahilinde dimdik, kıpırtısız ve boş boş oturuluyordu. Canı kalkmak istemiyordu. Bir gün önceki eğlenceler çekiciliğini yitirmiş oluyordu, uçarı merakı, hemencecik tatmin olan türdendi. Oda boştu, havasız gibiydi, kendisini hiç kimsenin istemediği bu yalnızlık içinde o da kendisini bomboş hissediyordu, boş, yararsız, tükenmiş ve yıpranmış; neden burada olduğunu ve neden buraya geldiğini anımsaması için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Günden ne bekliyordu ki titrek, ağır adımlarıyla sessizliği durmadan kat eden saatine böyle huzursuzluk içinde bakıyordu?

Sonunda hatırladı. Eski sevgilileri arasında ötekilerden daha fazla yakınlık duyduğu Alincourt Prensi’nden, sarayda olan bitenleri kendisine her gün atlı bir haberciyle ulaştırmasını rica etmişti. Bir önceki gün, ortadan kaybolmasının Paris’te yarattığı heyecan aklından tümüyle çıkıp gitmişti; şimdi bu zaferin tadını çıkarmak için yanıp tutuşuyordu. Çok geçmeden haberci geldi, ama haber gelmedi. Alincourt üç beş şey karalamış, kralın sağlığı, yabancı prenslerin ziyaretleri hakkında haberler vermiş ve kendisine esenlikler dileyerek mektubunu bitirmişti. Ne kendisi ne de ortadan kayboluşu hakkında bir tek sözcük bile yoktu. Kızdı kadın. Kaçtığı duyulmamış mıydı? Yoksa bu can sıkıcı kovuğa dinlenmek üzere geldiği yolundaki yalanlara gerçekten inanılmış mıydı?

Saf, iriyarı haberci omuzlarını silkti. Bir şeyden haberi yoktu onun. Kadın öfkesini gizledi ve Alincourt’a –isteksizliğini belli etmeden– yanıt yazdı, verdiği haberler için teşekkür etti ve kendisine haber yollamaya devam etmesini rica etti.