Burada pek uzun kalmamayı umduğunu ama yine de hayatından çok hoşnut olduğunu yazdı. Adama yalan söylemeye başladığının farkına bile varmamıştı.

Ama burada gün ne kadar da uzuyordu. Saatler de tıpkı insanlar gibi ağır adımlarla ilerliyor gibiydiler, onları hızlandırmanın çaresini de bulamıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu, içindeki sesler susmuştu, yüreğindeki neşeli müzik, kurma anahtarı kaybolan bir oyuncak saat gibi durmuştu. Her şeyi denedi, kitaplar getirtti ama en keyifli kitaplar bile sanki yalnızca birer yazılı kâğıttı. Üzerine bir huzursuzluk çökmüştü, yıllardır aralarında yaşadığı insanların özlemini çekiyordu. Anlamsız emirler vererek hizmetkârları oradan oraya koşturuyordu: merdivenleri gıcırdatan ayak sesleri duymak, insan görmek, haberciler gelip gidiyormuş gibi yapmak, kendini kandırmak istiyordu ama yaptığı bütün planlar gibi bu da başarıya ulaşmıyordu. Hem yemekten hem de odasından, gökyüzünden ve hizmetkârlarından tiksiniyordu; istediği bir tek şey kalmıştı: Gece ve iyi haberleri alacağı sabaha kadar çekeceği deliksiz, düşsüz bir uyku.

Sonunda akşam oldu. Ama burada akşam ne kadar da hüzünlüydü! Karanlık çökmesinden, her şeyin silinmesinden, ışığın solmasından başka bir şey değildi! Burada akşam, bir sondu, oysa Paris’te eğlencenin başlangıcıydı. Burada akşam geceyi doğuruyor, orada sarayın salonlarında kenarları altın yaldızlı mumları tutuşturuyor, havayı gözlerde kıvılcımlandırıyor, yürekleri tutuşturuyor, ısıtıyor, kendinden geçiriyor, coşturuyordu. Buradaysa insanı ürkütüyordu. Kadın odadan odaya koşuyordu; bütün odalara sessizlik, sinsi bir hayvan gibi sinmişti, yıllardır kimse girmediği için semirmişti, o hayvanın saldırısına uğramaktan korkuyordu kadın. Döşemeler inliyor, kitaplar eline alır almaz ciltlerinin içinde çıtırdıyordu; piyanonun tuşlarına dokunduğunda ağlamaklı notalar yükselir yükselmez, dayak yemiş bir çocuğunki gibi korkunç inleme sesleri çıkıyordu epinetten. Davetsiz konuğa her şey karşı koyuyor, karanlıkta birbirlerine sımsıkı sarılıyorlardı.

Soğuktan titreyen kadın o zaman bütün evin ışıklarını yakıyordu. Odaların birinde kalmaya çalışıyor, ama bir şey onu itiyor, o da huzur bulacakmış gibi odadan odaya dolaşıyordu. Ama her yerde, yıllardır burada hüküm süren ve çekip gitmek istemeyen sessizliğin o görünmez duvarına tosluyordu. Mumlar bile sanki bunun farkındaydılar, alçak sesle tıslıyorlar, sıcak damlalar akıtıyorlardı.

Oysa dışarıdan bakıldığında, ışıl ışıl aydınlık otuz penceresiyle şato, içinde bir kutlama varmış gibi duruyordu. Köy halkı şatonun önünde öbek öbek dikiliyor, meraklı gözlerle gevezelik ediyor, bunca insanın nereden çıkıp geldiğini soruyorlardı birbirlerine. Ama kâh bir pencerenin kâh ötekinin arkasından gölge gibi geçen kişi hep aynıydı: Kafese kapatılmış vahşi bir hayvan gibi içsel yalnızlığının hapishanesinde dolaşıp duran ve pencereden dışarı bakıp gelmeyen bir şeyi gözleyen Bayan de Prie.

Üçüncü gün artık sabırsızlığı çığrından çıktı ve zaptedilmez oldu. Yalnızlık dayanılmaz olmuştu, insanlara ihtiyaç duyuyordu, ya da hiç değilse insanların haberine, bütün varlığının binlerce iple bağlı olduğu saraydan, dostlarından gelecek haberlere, kendisini heyecanlandıracak ya da duygulandıracak herhangi bir şeye. Habercinin gelmesini bekleyemedi ve sabahın erken saatinde atına atlayıp ona doğru üç saat yol aldı. Yağmur yağıyor, sert rüzgârlar esiyordu; sırılsıklam olmuş saçları başını geriye çekiyordu, gözleri hiçbir şey görmez olmuştu, fırtına yağmuru yüzüne çarpıyordu, elleri soğuktan buz gibi olmuştu, atın yularını güçlükle tutabiliyordu. Sonunda eve döndü, ıslak giysilerini çıkarttı ve yatağına sığındı. Yorganı dişlerinin arasına alıp ateşler içindeymişçesine bekledi. Bu uzun yalnızlığa güç katlanacağını söyleyen Belle-Isle Kontunun tehditkâr gülümsemesinin anlamını şimdi çözüyordu. Üstelik henüz yalnızca üç gün olmuştu!

Sonunda haberci geldi. Kadın artık rol yapmayı bıraktı, açlıktan ölmek üzere olan birinin meyvenin kabuğunu soymak üzere saldırması gibi zarfın mührünü tırnaklarıyla söktü. Sarayla ilgili birçok haber vardı mektupta, gözleri satırları hızla taradı, kendi adını arıyordu. Yoktu, yoktu. Tam o sırada gözüne bir ad çarptı.