Kadın yanıt vermek yerine evin kapısını, zorla içeri girmek isteyen adamın yüzüne çarpınca albay sersemledi ve geriye doğru sendeledi. Ağzından ağır bir Fransızca küfür döküldü; korkuyla çevresine baktı albay. Bereket duyan kimse olmamıştı, sağır dilsiz numarası yaparak dilenmeyi sürdürebilirdi. Ve bunu yaptı da, yüreği yanarak ev ev dolaştı, sonunda biraz mısır ekmeği kırıntısıyla beş altı tane soğuk zeytin tanesi verdiler eline. Büyük bir hırsla hepsini mideye indirdi, açlığını, tiksintisini, utancını da birlikte yuttu, bir hayvan gibi yedi hepsini, donuk bakışlarla ve gerilmiş yüz hatlarıyla. Köyün ucundaki kara kulübeye vardığında ellerinde bir şey kalmamıştı.

Gecenin gölgeleri dört bir yanında büyürken içinde yeniden korkunç bir düşünce yükseldi. Nereye gidecekti? Aslında kaçmak istemişti, geriye, birliğinin gitmiş olduğu yola doğru. Ama şimdi ayakları kurşun gibiydi. Bütün enerjisi tükenmişti. Bir yabancının giysilerini giyip dilenerek evden eve dolaştığından beri cesareti de atılganlığı da silinip gitmiş, yaşama arzusu solmuştu. Sanki her yanı uyuşup kalmıştı. Ve hiç farkında olmadan, içgüdüsel olarak, ayaklarını sürüyerek yeniden o ormana döndü, gizemli gücüyle kendisini yakalar, tutar ve kandırır gibi olan o ormana. Bir zamanlar askerleriyle birlikte neşe içinde, tasasızca geçtiği o yol, kendisini yeniden ormana götürdü, oysa o yolun sonunda ölüm vardı, kara dalların arasında hâlâ asılı duruyordu ölüm, sinsice hışırdıyordu. Dinlenmek, dinlenme ihtiyacı, dinlenmenin vereceği uyuşukluğun içinde eriyip gitmek, kendisini dayanılmaz bir biçimde ağaçların karanlığına çekiyordu. Yokuşu bitkinlik içinde, binbir güçlükle tırmandı ve hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey duymadan kendini karanlığa, yolun hemen kıyısına bıraktı. Daha fazla ilerlemeyi göze alamamıştı, ölünün gözleriyle karşılaşmak, kanlı bir paçavra olarak, nispet yaparcasına karanlıkta duran kendi asker elbisesini görmek istemiyordu, bu simgelerde ölümün varlığını hissetmek istemiyordu. Bir din adamı kadar inançla cebindeki onur madalyasını sıkı sıkı tuttu. Bu onun sevinci, feryadı, umuduydu.

Ve yeni bir gece başladı, ikinci korkunç gece, sayısız soğuk yıldızla, ay ışığıyla dolu bir gece, ağır bir yalnızlığı aşağı akıtan, sonsuz bir sessizliğin hüküm sürdüğü gök kubbenin ıssızlığıyla dolu bir gece. Albay, içleri yanan, çılgınca bakan, kupkuru gözlerini, anlamsız karanlığa doğru bembeyaz uzayan yola dikti. Bu yoldan ne gelebilirdi? Umut mu, kurtuluş mu, arkadaşları mı? Binebileceği bir posta arabası mı, Fransız birlikleri mi? Ama bütün bu düşünceler karmakarışık bir biçimde o devasa yorgunluğun içinde birleşiyorlar, yaprakların boğuk hışırtısıyla, uzaktaki yıldızların titrek parıltısıyla ve kayıp giden ay ışığıyla kaynaşıyorlardı. Bu ıssız ormanda bir mezardaymışçasına gömülü duruyordu albay.

Sabahın ilk saatlerinde bir ses albayı uykusundan uyandırdı. Bir kuş sesi sandı önce, bir ağ gibi yayılan sabah sisinin içine yarı uyur yarı uyanık gözlerini dikerken. Bir kez daha aynı ses –uğursuz bir düş değil miydi bu?– ama bu sefer çok keskin, çok belirgin bir boru sesiydi duyduğu, yaklaşan askerlerin trampet sesleriydi...

Kanı damarlarında dondu. Bunlar Fransızlar olabilir miydi, dostları, kurtarıcıları? Yaşama geri dönebilecek miydi? Tarifsiz, çılgınca bir sevinç boğazını sıktı. Ayağa fırladı, ve işte orada, yolda gördü gelenleri. Gevşek sıralar halinde yürüyen bir Fransız askeri birliğiydi bu, onların kasketlerini, kılıçlarını, bayraklarını, toplarını gördü. Herhalde Hostalrich’e giden bir yardım birliğiydi.

İşte o zaman kendisini tutamadı, sevinç aklını başından almıştı. Yazgısını, tehlikeyi, üstündeki giysileri unuttu, delicesine bir telaşla düşe kalka koştu, kurtarıcılarına doğru atıldı, onları selamlamak için bir eliyle pelerinini havada savuruyor, öteki eliyle de tabancasını kaldırıyordu. Ve bir haykırış sabahı delip geçti, içinde korku, acı ve umarsızlık barındıran vahşi bir haykırıştı bu, insanüstü bir sevinci dışa vuran bir haykırış.

Albay bu durumda ormanın ağaçsız yerine doğru koşarken kaçınılmaz şey oldu. İki, dört, on kurşun –tam bir kurşun yağmuru– sözüm ona İspanyol’u buldu –hâlâ düşe kalka, deli gibi koşan– albay durdu, olduğu yerde sallandı ve kanlar içinde yere düştü.