Saraydaki mevkii Bayan de Calaincourt’a verilmişti.

Ansızın ürperdi, dizlerinin bağı çözüldü. Demek geçici bir dargınlık değil, sürekli bir sürgündü; bu onun ölüm hükmüydü, oysa o yaşamı seviyordu. Haberciden utanmadan bir sıçrayışta yataktan atladı, yarı çıplak, soğuktan titreyerek mektup üstüne mektup yazdı. Gururluluk komedisine son vermişti. Kendisinden nefret ettiğini bilmesine karşın krala mektup yazdı; olabildiğince alttan alan sözcüklerle, acınası bir yaltakçılıkla bir daha devlet işlerine karışmama sözü verdi; Leszcynska’ya yazdı, Fransa Kraliçesi olmasının kendi aracılığı sayesinde gerçekleştiğini hatırlattı ona; bakanlara yazıp onlara para teklif etti; arkadaşlarına yazdı. Bastille önlerinde kurtarmış olduğu Voltaire’den, kendisinin gözden düşüşü hakkında bir mersiye yazıp herkese okumasını istedi. Sekreterinden, düşmanlarına karşı yergiler yazdırtmasını ve çoğaltıp dağıtmasını istedi. Hummalı ellerle böyle yirmi mektup yazdı, hepsinde aynı şeyi dileniyordu: Paris’i, insanları, bu yalnızlıktan kurtulmayı. Sonra elini bir kutuya atarak haberciye bir avuç dolusu altın verdi, atını çatlatırcasına sürüp gece olmadan Paris’e dönmesini buyurdu ona. Bir saatin ne demek olduğunu burada öğrenmişti. Şaşıran haberci teşekkür etmek istediyse de kadın onu iterek dışarı çıkardı.

Sonra yeniden yatağına döndü. Donuyordu. Sıskalaşmış bedeni sert öksürüklerle sarsılıyordu. Yattığı yerde gözlerini önüne dikmiş bekliyordu, sonunda konsolun üzerindeki saat, saat başını vurdu. Ama saatler çok inatçıydı, söverek, yalvararak, altın vererek onları hızlandırmak olanaksızdı, uykulu adımlarla turlarını tamamlıyorlardı. Hizmetkârlar geliyor, ama onları içeri almıyordu, çaresizliğini kimsenin görmesini istemiyordu, ne yemek istiyordu, ne konuşmak; hiç kimseden bir şey istemiyordu. Dışarıda yağmur bitmek bilmeden yağıyor ve o, kollarını çaresizce iki yana açmış çalılar gibi dışarıda duruyormuşçasına tir tir titriyordu. Kafasından bir soru geçiyordu, saat pandülü gibi vuruyordu beynine: Neden, neden, neden? Tanrı bunu ona neden reva görmüştü? Çok mu günaha girmişti?

Çıngırağı çaldı; köyün papazını istiyordu. Burada konuşabileceği ve korkularını açabileceği bir insanın bulunduğu düşüncesi onu rahatlattı.

Papaz çok geçmeden geldi, hanımefendinin hasta olduğu söylenince elini çabuk tutmuştu. Adam odaya girerken kadın elinde olmadan gülümsedi. Aklına Paris’ teki rahibi gelmişti, onun o narin, ince elleri, insana değip geçen ışıltılı bakışları, günah çıkarttırdığını unutturan kültürlü sohbeti. Courbépine’in papazı iriyarı, geniş omuzlu biriydi, gıcırtılı çizmeleriyle ayaklarını vura vura girdi kapıdan içeri. Her yeri kırmızıydı, hantal elleri, rüzgârda kavrulmuş suratı ve koca kulakları, ama kadını selamlamak için şapkasını havalandırıp koltuklardan birine otururken nedense sevimli göründü. Onun o heybetli varlığı sanki odadaki yılgınlığı sindirmiş, bir köşeye büzülmesine neden olmuştu, onun yüksek sesiyle oda sanki ısınmış, canlanmış gibiydi, Bayan de Prie de onun yanında daha rahat soluk alıyordu sanki. Papaz oraya neden çağrıldığını bilmiyordu, böylece acemice sohbete girişti, kilisesinden, gözleriyle görmediği Paris’ten söz etti, kültürünü ortaya koydu, Cartesius’tan Montaigne’ in tehlikeli yapıtlarından söz etti. Kadınsa pek de düşünmeden arada bir lafa katılıyordu; kafası arı kovanı gibiydi, yalnızca duymak istiyordu, insan sesi duymak, içinde boğulacak gibi olduğu yalnızlık denizinin önünde bir duvar örmek istiyordu bu sesle. Kadını rahatsız etmekten korkan papaz kalkıp gitmeye yeltenince, kadın abartılı bir sevimlilikle ona cilve yaptı, oysa korkudan başka bir şey yoktu içinde, o saygıdeğer beyefendiyi ziyaret edeceğine söz verdi, onun da kendisini sık sık ziyaret etmesini rica etti; Paris’te olsa herkesi büyüleyecek olan baştan çıkarıcılığı, dalgın sessizliğinden cömertçe fışkırıyordu. Papaz hava kararana kadar orada kaldı.

Ama adam ayrılır ayrılmaz, suskunluğun yükü sanki bir kat daha çöktü kadının üzerine, sanki yüksek tavanı tek başına sırtında taşıyacak, bastırmakta olan karanlığı tek başına uzakta tutacaktı. O güne dek hiçbir zaman yalnız kalmadığı için bir tek kişinin bile kendisi için ne kadar önemli olduğunu hiç bilmemişti. Hava nasıl hissedilmezse insanları da öyle değerlendirmişti hep, ama şimdi, yalnızlıktan boğazı düğümlenirken, o insanlara ne kadar ihtiyacı olduğunu hissediyor, yalan söyleseler de aldatsalar da onların ne kadar önemi olduğunu anlıyor, salt onların yanında olmasının bile kendisine neler hissettirdiğini, onların tasasızlığını, güvenlerini ve neşelerini nasıl benimsediğini anlıyordu.