Oğlanı kıskandırmaya çalıştı, her fırsatta Paris’teki sevgililerinden söz açtı ve bir bir saydı onları. Aldığı armağanları gösterdi, abartarak anlattı, yalan söyledi. Ama bütün bunlar ve kadının onca dükten ve prensten sonra kendisini seçmiş olması oğlanın gururunu okşadı. Keyifle ağzını şapırdattı, istifini bozmadı. Bu da kadını iyice tahrik etti; başka, daha kötü şeyler anlattı oğlana, seyisler, uşaklar hakkında yalanlar attı. Sonunda oğlanın yüzü kapkara kesildi. Kadın bunu fark edince güldü ve anlatmaya devam etti. Derken oğlan yumruğunu masaya indirdi.
“Yeter! Neden anlatıp duruyorsun bunları?”
Kadın masum masum baktı ona.
“Hoşuma gidiyor da ondan.”
“Bundan hoşlanmıyorum!”
“Ben hoşlanıyorum ama. Yoksa yapar mıydım?”
Oğlan sustu, dudaklarını ısırdı. Kadının sesinin tonunda öyle bir hükmedicilik, öylesine doğal bir hükmedicilik vardı ki kendisini bir uşak gibi hissetti. Yumruklarını sıktı. Öfkelenince nasıl da hayvanlaşıyor, diye düşündü Bayan de Prie, aynı anda hem iğrendi ondan hem de öfkelendi. Havadaki tehlikeyi sezdi. Ama içinde öylesine bir öfke birikmişti ki, çocuğa çektirdiği işkenceyi yarıda bırakamayacaktı. Yeniden başladı.
“Hayatı hiç tanımıyorsun, küçüğüm. Paris’te de burada, bu köpek kulübelerinde yaşadığınız tarzda mı yaşandığını sanıyorsunuz siz? Burada insan sıkıntıdan ölüyor.”
Oğlanın burnunun kanatları kabardı, sonra,
“Burası sıkıcı bir yerse gelmeseydiniz,” dedi.
Bayan de Prie ürperdi. Demek buraya sürgün edildiğini oğlan da biliyordu. Vale anlatmış olmalıydı. Oğlanın bunu bilmesi karşısında Bayan de Prie birden gücünün tükenmekte olduğunu hissetti, ama korkusunu bir gülümsemeyle gizledi.
“Tatlım, biraz Latince bilsen de senin de aklının ermeyeceği nedenler vardır. Davranışını düzeltmen iyi olurdu.”
Oğlan susakaldı. Ama onun öfkeden kudurarak homurdandığını duyabiliyordu kadın. İyice coşmuştu şimdi, oğlana acı vermekten neredeyse şehvet duyuyordu.
“Ne biçim duruyorsun orada? Gübre yığınına tünemiş tavuk gibi geriniyorsun. Hem ne diye burnundan soluyorsun öyle? Yontulmamış herifler gibi?”
“Herkes dük, prens ya da seyis olamaz ya!”
Yüzü kıpkırmızı olmuş, yumruklarını sıkmıştı. Ama mutsuzluktan kavrulan kadın ayağa fırladı.
“Sus! Kim olduğumu unutuyorsun. Bir köylü parçasının benimle böyle konuşmasına izin veremem!”
Oğlan elini kaldırdı.
“Sus, yoksa...”
“Yoksa?”
Küstahça duruyordu oğlan. O anda Bayan de Prie, yoksa’nın devamını getiremeyeceğini fark etti. Artık kimseyi Bastille’e gönderemez, rütbesini düşürtemez, kovduramaz, kimseye emir veremez ve kimseye bir şeyi yasaklayamazdı. Hiçbir gücü yoktu, Fransa’daki binlerce çaresiz kadından biriydi, her türlü hakareti, sövgüyü duyabilirdi.
“Yoksa,” dedi soluk soluğa, “uşaklara söyler seni dışarı attırırım.”
Oğlan omuzlarını silkti, arkasını döndü. Gitmek üzereydi.
Ama kadın onu bırakmadı. Hayır, veda eden oğlan olmamalıydı, kimse kendisini bir kenara atmamalıydı, hele bu oğlan hiç.
1 comment