Gordon potansiyel müşteriyi inceledi.
Halim selim görünümlü, orta yaşlı bir adamdı, siyah takım elbise giymişti, başında kasket, elinde şemsiye ve çanta vardı – taşra avukatı ya da sicil memuru olsa gerekti. Soluk renkli iri gözlerle vitrine bakıyordu. Yüzünden suçluluk duygusu akıyordu. Gordon adamın bakışlarını izledi. Ha! Mesele anlaşıldı! Adam ta köşedeki ilk baskı D.H. Lawrence’lara göz koymuştu. Üzerlerinde kir pas arıyordu elbet. Lady Chatterley’yi uzaktan duymuştu. Yüzü kötü, diye düşündü Gordon. Solgun, sarkık, asık, çizgileri hiç düzgün değil. Görünüşe bakılırsa Galli. En azından tutucu değildir. Ağzının çevresinde aşağı doğru sarkmış çizgiler var. Köyünde yerel Safiyet Derneği ya da Sahil Koruma Komitesi (lastik tabanlı pabuç, elde fener, kumsalda öpüşen çiftleri mıhlama işi) başkanı, şimdiyse kent sarhoşu. Gordon içeri gelse keşke, dedi içinden. Ona bir adet Âşık Kadınlar satayım. Nasıl da şaşırır!
Ama hayır! Galli dava vekilinde o yürek nerde. Şemsiyesini kolunun altına sıkıştırdı ve sırtını dönüp çekti gitti. Ama kuşkusuz bu gece karanlık, yüzünün kızardığını gizlediğinde, seks dükkânlarından birine sessizce girecek ve Sadie Blackeyes’ın Bir Paris Manastırında’sını alacak.
Gordon kapıdan çekildi, gene kitap raflarına döndü. Kütüphaneden çıkınca solunuza gelen raflarda yeni ve yeni sayılabilecek kitaplar duruyordu – cam kapıdan içeri bakanın dikkatini çekmeyi amaçlayan rengârenk bir bölüm. Dümdüz, yıpranmamış, lekesiz sırtları raflardan size kollarını açmış sanırdınız. “Beni al, beni al!” diyorlardı sanki. Baskıdan yeni çıkmış romanlar – gerdeğe girmemiş gelinler gibi, bekâretlerini bozacak kâğıt açacağına uzanıyorlar – bir de basım öncesi inceleme kopyaları, genç dullar gibi, artık bakir değiller ama yine de çiçek gibiler, ve orda burda, yarım düzinelik takımlar halinde o acınası evde kalmış kızkuruları, uzun süredir korunmuş bekâretlerinin nöbetini hâlâ umutla tutan “artıklar”. Bunlar kötü anıları canlandırıyorlar. Kendisinin iki yıl önce yayınladığı o sefil ince kitap tam tamına yüz elli üç adet sattı, sonra “artıklaştı”; üstelik bir “artık” olarak bile satmadı. Gordon yeni kitapları geçti, yenilerin sağında dizilen ve aralarında daha çok elden düşme kitapların olduğu bölümün önünde durdu.
Sağda, şiir rafları bulunuyordu. Önündekiler karışık konuda çeşitli yazarların düzyazı kitaplarıydı. Yukarıdan aşağı doğru, temiz ve pahalıdan başlayarak dizilmişlerdi, göz hizasında ucuzlar, tepede ve en altta pırtık kitaplar vardı. Bütün kitapçı dükkânlarında yabanıl bir Darwinci mücadele vardır; yaşayanların yapıtları göz hizasına yerleşir, ölülerin yapıtlarıysa en üstlere ya da en altlara dizilir – altlar cehennem, üstler taht misali, ama ne olursa olsun, göze çarpacak bir konumda bulunmazlar. En alt raflarda “klasikler” Victoria çağının sonsuzluğa kavuşmuş canavarları sessizce çürümektedir.
1 comment