Köpekleri baştan çıkarıp yanında götürüyor, sonra da hep birden üstüne üşüşüp mideye indiriyorlar." Ateşten bir çıtırtı çıktı, odunlardan biri gürültüyle ocaktan dışarı düştü. Bu sesi işiten hayvan gerisin geri karanlığa daldı.
Bill:
"Bak aklıma ne geldi biliyor musun, Henry," dedi.
"Ne geldi?"
"Sopayla vurduğum hayvan bu olmasın sakın?" Henry:
"Ondan hiç kuşkun olmasın," dedi.
Bill:
"Ha sahi bak şunu da söyleyeyim," diye sürdürdü. "Bu hayvanın kamp ateşlerine böylesine alışkın olması pirelendiriyor beni. Öyle sinsi sinsi sokulması da ahlaksızca bir şey." "Ne olursa olsun, doğru dürüst bu kurttan çok daha bilgili olduğu su götürmez. Köpeklerin yemek zamanını kollayıp da geldiğine göre, epeyce görmüş geçirmiş bir hayvan olmalı." Bill, dalgın dalgın anlatmaya koyuldu: "İhtiyar Villan'ın bir zamanlar bir köpeği vardı. Kurtlarla kaçmıştı. Bugünmüş gibi aklımdadır, Küçük Çubuklar Ülkesinde geyik otlaklarından birine saldıran kurt sürüsünün arasındayken onu ben vurmuştum. İhtiyar Villan üzüntüsünden çocuklar gibi hüngür hüngür ağlamıştı. Üç yıldır gördüğü yokmuş hayvanı. Üç yıldan beri kurtlarla düşüp kalkıyormuş meğer köpek." "İşin içyüzü şimdi anlaşıldı desene. Bizim kurt sandığımız hayvan aslında köpek olmalı. Öyle ya, yoksa nerden bilsin insanın elinden balık yemeyi?" "Fırsatını bir yakalasam ah, bak o zaman nasıl delik deşik ederdim o kurt bozuntusunun postunu. Daha fazla köpek yitirecek durumumuz yok çünkü." Henry hemen karşı çıktı: "İyi ama topu topu üç kurşunumuz kaldı."
"Sen merak etme, öyle bir pundunu kollayacağım ki boşa tek kurşun yakmayacağım."
Sabahleyin Bill mışıl mışıl uyurken Henry ateşi dürtükleyip besledi, sonra da kahvaltıyı hazırladı. Sonunda arkadaşını da uyandırdı:
"Öyle rahat uyuyordun ki uyandırmaya gönlüm razı olmadı bir türlü," dedi.
Bill kalktı, uykulu uykulu yemeğin başına oturdu. Kahve fincanının boş olduğunu fark edince ibriğe doğru uzandı. Ama ibrik Henry'nin yanında, yetişemeyeceği bir uzaklıktaydı. "Baksana, Henry," dedi. "Her şeyi eksiksiz hazırladığına, hiçbir şey unutmadığına emin misin?"
Henry çevresine şöyle bir göz gezdirdi, evet anlamında başını salladı. O zaman Bill boş fincanı kaldırıp ona doğru uzattı. Ama Henry:
"Bu sabah sana kahve yok," dedi. Bill, kaygıyla:
"Ne o, bitti mi yoksa?" diye sordu. "Ağzından yel alsın!"
"Peki öyleyse, mideme dokunur diye mi vermiyorsun?" "Yoo..."
Bill'in yüzü öfkeden kıpkırmızı kesildi:
"Yahu, bırak eveleyip gevelemeyi de, ne diye vermiyorsun onu söyle." "Fırtına da kaçmış."
Bill hiç telaşa kapılmaksızın, başa gelen çekilir gibilerden bir havayla ağır ağır kafasını çevirip oturduğu yerden köpekleri saydı, sonra serinkanlı bir tavırla:
"Nasıl oldu peki?" diye sordu. Henry omuzlarım silkti:
"Ne bileyim. Belki de Tekkulak'ın yardımıyla çözmüştür bağlarını. Tek başıma sökecek değil ya, mutlaka öyle olmuştur."
Bill hiç istifini bozmuyordu ama aslında için için köpürüyordu. Ağırbaşlı bir havayla:
"Hay namussuz hay!" diye homurdandı. "Baktı ki kendi kaçamıyor, hiç değilse Fırtına'yı çözeyim dedi, ha?"
Henry yitip giden bu son köpeğin ardından da bir iki laf etmekten alamadı kendini:
"Her neyse, olan olmuş artık, Fırtına'nın çilesi de böylece sona ermiş oldu.
Şimdi en azından yirmi kurdun kursağında ora senin bura benim tüm ülkeyi dolaşıp duruyordur. Hadi bakalım, Bill, iç şimdi kahveni."
Ama Bill olmaz gibilerden basını salladı.
Henry ibriği kaldırarak üsteledi:
"Hadi canım, uzun etme de iç işte."
Bill fincanını bir kıyıya çekti:
"Sözüm sözdür benim, köpeklerden biri daha kaybolursa ağzıma bile sürmem dedim, sürmeyeceğim de, işte o kadar."
Henry hala onu baştan çıkarmaya çalışıyordu:
"İmmm... kahve de kahve olmuş ama ha!"
Ama Bill tükürdüğünü yalamamayı kafasına koymuştu bir kez, kahvaltısını kuru kuruya yedi. Bu arada, oynadığı oyun için Tekkulak'a verdi veriştirdi.
1 comment