Yine yola koyuldular.

Bill:

"Bu gece birbirlerine ulaşamayacakları bir uzaklıkta bağlayacağım kerataları!" diye söylendi.

Yüz metre kadar ya gitmiş ya gitmemişlerdi ki, önden giden Henry'nin kar ayakkabısına bir şey takıldı, almak için eğildi. Göz gözü görmeyecek kadar yoğun olan karanlıkta aldığı şeyi doğru dürüst fark edemiyordu ama el yordamıyla şöyle bir yoklayınca bunun ne olduğunu hemen anlayıverdi. Aldığı şeyi tutup geriye doğru fırlattı, kızağa çarpan nesne fırlayıp Bill'in ayakları dibine düştü. Henry:

"Al şunu, bakarsın işine yarar," diye seslendi.

Bill bir şaşkınlık çığlığı kopardı. Elinde tuttuğu şey Fırtına'dan artakalan son izdi: hayvanın boğazına bağladığı sopaydı bu!

"Nerdeyse sopayı bile yiyip yutacaklarmış yahu!" diye bağırdı. "Uçlarındaki kayışları bile silip süpürmüşler. Korkunç aç olmalı bu kurtlar. Bu işin uçunda yan yolda kurda kuşa yem olmak da var." Henry inatla, kıkır kıkır güldü:

"Şimdiye dek kurtlar tarafından hiç böylesine izlendiğim olmadı ama, ne vartalar atlattım ki nelere benzemez! Şu lafıma mim koy oğlum, böyle bir avuç Allah'ın belası hayvana kolay kolay papuç bırakacak değiliz, tamam mı!"

Bill umutsuz bir tavırla:

"Umarım öyle olur," diye mırıldandı.

"Olur mu olmaz mı McGurry'ye vardığımızda görürsün."

Bill'un umudu kırılmıştı bir kez:

"Doğrusu benim hiç aklım kesmiyor," dedi.

Henry:

"Miden bozuk da ondan," dedi. "Onun için diken üstündesin böyle. Kinin alman gerek. Şu McGurry'ye varır varmaz ilk işim seni kinin kürüne sokmak olacak." Bill, arkadaşının bu tanısını anlaşılmaz bir homurtuyla geçiştirdikten sonra suskunlaştı. O gün de öbürkülerden farksız geçti. Saat dokuzda ortalık ağardı, görünmeyen güneş öğle üzeri güney ufkunu pembeye boyadı, daha sonra gökyüzü donuk gri bir renge büründü, üç saat sonra da akşam karanlığı bastırdı.

Ortaya çıkmak için güneşin boşu boşuna çaba harcadığı bir sırada. Bill kızaktan tüfeğini çekip çıkardı: "Hiç bozuntuya vermeden sen yoluna devam et Henry," dedi. "Görelim bakalım ben bir şeyler becerebilir miyim?"

Henry:

"Kızağın yanından ayrılmasan fena olmaz," diye uyardı arkadaşını. "Elinde topu topu üç kurşunun var zaten. Ne olur ne olmaz." Bill bıyık altından gülerek:

"Ne o, bakıyorum da kötümserlik sana da bulaştı galiba?" Henry sesini çıkarmadı, yalnız başına ilerlemeye başladı. Ara sıra duruyor, arkadaşının daldığı gri renkli yabani görünüme kaygıyla göz gezdiriyordu. Bir saat sonra Bill, kızakla uzun dönemeçlerden geçmek zorunda kalan arkadaşına kestirme yollardan gelerek yetişti:

"Geniş bir alana dağılmışlar; bir yandan bizim çevremizde dolanıyor, bir yandan da ötede beride başka avlar bulmaya çalışıyorlar. Bizi çantada keklik görüyorlar anlaşılan. Ama beklemeleri gerektiğini de biliyorlar. O zamana kadar da ne bulurlarsa tıkınmaktan geri durmuyorlar tabii." Henry arkadaşının sözünü düzeltmek gereğini duydu:

"Şuna, çantada keklik olduğumuzu sanıyorlar desen daha doğru olacak, öyle değil mi?"

Ama Bill arkadaşının soruşu karşısında hiç oralı olmadı: "İçlerinden birkaçını adamakıllı gördüm. Bir deri bir kemik kalmışlar. Bana kalırsa haftalardan beri bizim köpeklerden başka bir şey girmemiş kursaklarına. Görsen, öyle zayıflamışlar ki! Kaburga kemikleri birbirine geçmiş, karınları sırtlarına yapışmış. Bak dediydi dersin, açlıktan kudurup er geç saldıracaklar bize. İşte o zaman halimiz duman."

Bu kez kızağın ardı sıra ilerleyen Henry'ydi. Bir iki dakika sonra hafif bir ıslık çalarak arkadaşına işaret verdi. Bill dönüp baktı ve köpekleri durdurdu. Arkalarındaki yolun son dönemecinden doğru, kızağın bıraktığı iz boyunca, kalın postlu bir kurt sürüne sürüne ilerliyordu.