Oysa hiç de utangaç bir kız değildi. Yalnızca, görülenle görülmeyenin arasındaki çizgiyi kentlilere kıyasla daha yüksekten çekmek onda bir içgüdüydü.
Gözleri, Gabriel’in kendi gövdesinde ve yüzünde dolaşan gözleriyle karşılaşır karşılaşmaz, düşünceleri de aynı bölgelere yöneldi. Bu hemen hemen kesin ve çok doğal bir şeydi. Güzelliğinin bilincinde olduğunu, buna güvendiğini ortaya vuran anlatımı biraz belirgin olsa kendini beğenmişlik sayılabilirdi; biraz daha hafif olsa, ağırbaşlılık. Köy yerlerinde erkek bakışlarının ışınları bakire yüzlerinde kaşıntı yapıyor olsa gerek, kız elini yüzünün üzerinden geçirdi. Sanki Gabriel bu yüzün pembe tenine parmaklarıyla dokunmuştu. Kızın üzerindeki o özgürlük havası da biraz durulmuş gibiydi. Gene de kızaran erkek oldu. Kızın yüzü pembeleşmedi bile.
Gabriel Oak, “Bir şapka buldum,” dedi.
Kız, “Benim şapkam,” diye yanıtladı. İçinden gelen kahkahayı bir ölçülülük duygusunun baskısıyla hafif bir gülümseyişe çevirerek, “Dün gece başımdan uçtuydu,” diye ekledi.
“Sabaha karşı saat birde, değil mi?”
“Bilmem – evet.” Kız şaşırmıştı. “Nereden bildiniz?” diye sordu.
“Ben de oradaydım.”
“Siz Çiftçi Oak’sunuz, değil mi?”
“Aşağı yukarı. Buraların yenisiyim.”
Kız, “Çiftliğiniz büyük mü?” diye sorarak gözlerini çevrede dolaştırdı ve saçlarını arkaya doğru attı. Kıvrımlarının gölgeli yerleri kapkaraydı bu saç yığınının. Ama doğalı şimdi bir-bir buçuk saat olan güneşin ışınları, saç kıvrımlarının dış yanlarına kendinden bir renk katıyordu.
“Yok – büyük değil...”
“Bu sabah şapkamı çok aradım. Tewnell Değirmeni’ ne gidiyordum da.”
“Öyle.”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Gördüm sizi.”
Kız, yüzünün ve bedeninin bütün çizgileri korkulu bir kuşkuyla kasılarak, “Nerede?” diye sordu.
Çiftçi Oak, son derece bilgiç bir tavırla, “Burada, ormandan geçerken, yokuştan aşağı ininceye kadar,” diye karşılık verdi. Gözlerini yokuşun aşağılarında, uzak bir noktaya dikmişken döndü, karşısındakinin gözlerinin içine baktı.
Sonra bir sezinleyişle, hırsızlık yaparken yakalanmış gibi çarçabuk, gözlerini kaçırdı kızın gözlerinden. Kızda da, ağaçların arasından geçerken gösterdiği garip hünerlerin anısı, yerini sinirli bir çarpıntıya ve kıpkırmızı yanan bir yüze bıraktı. Kıpkırmızı kesilmek huyu olmayan bir kadının kıpkırmızı kesilmesini görmek yabana atılmayacak bir şeydi. Bu, köylü kızları için olağan olan bir kırmızılık değil, en tatlı bir gül rengiydi. Oak’un karşısındaki kızın yüzü böylece, çarçabuk toz pembeden şeker pembesine, sonra gül pembesinin çeşitli tonlarından narçiçeğine doğru geçti. Oak da, saygılı ve düşünceli bir adam olduğu için, başını öteye döndürdü.
Anlayışlı dostumuz hâlâ öte yana bakıyor ve başını çevirmek için kızın kendini toparlamasını bekliyordu. Birden, rüzgârda kuru yaprak hışırtısı gibi bir ses duyup baktı. Kız gitmişti.
Tragedyayla komedya arası bir havayla Gabriel Oak, işinin başına döndü.
Beş sabah, beş akşam geçti. Genç kadın ahırdaki sağlam ineği sağmak ya da hasta ineğe bakmak için hiç aksatmadan geliyordu, ama bakışlarının Gabriel yönünde kaymasına hiç izin vermiyordu. Gabriel’in patavatsızlığı onu çok kırmış ve kızdırmıştı: Elinde olmayarak bir şeyler görmesi değil de, gördüğünü ona söylemesi. Öyle ya, yasa bulunmayan yerde suç olamayacağı gibi, gören göz olmazsa yakışıksız davranış diye bir şey de olmaz. Kız da, Gabriel’in gözetlemesi yüzünden, kendi suçu olmaksızın uygunsuz bir kadın durumuna düştüğünü hissediyordu.
Gabriel de büyük pişmanlık içindeydi. Bu terslik bir yandan da onun yaşamındaki küllenmiş ateşi alevlendirir gibiydi.
Aynı hafta sonunda ortaya çıkan bir olay olmasa tanışıklıkları, birbirlerini yavaş yavaş unutmalarıyla son bulabilirdi. Bir gün öğleden sonra don başladı.
1 comment