Saatlerin ilerlemesi, el kol bağlayan bağların sinsice sıkıştırılması gibiydi. Akşamla don şiddetlendi. Köy evlerinde, uyuyanların soluklarının buz kesilip yorganlara yapıştığı, kalın duvarlı konakların salonlarında, ateş başında oturanların, yüzleri sıcaktan yanarken sırtlarının üşüdüğü akşamlardandı. Çıplak dallar arasında kaç küçük kuş, yatağına aç yattı o gece!
Süt sağma saati yaklaşınca Gabriel Oak her zamanki gibi ahırın arkasında nöbete durdu. Sonunda üşüdü. Yavrulu koyunların üzerine fazladan örtüler örterek kulübesine girdi, sobasına biraz daha odun attı. Kapının altından rüzgâr giriyordu. Oak bunu önlemek için aralığa bir çuval dayadı, yatağını daha güneye doğru çekti. O zaman rüzgâr, kulübenin iki yanındaki iki hava deliğinden içeri püskürmeye başladı.
Gabriel Oak eskiden beri bilirdi ki, soba yanıp kapı kapandığında bu deliklerden birinin açık bırakılması zorunludur. Her zaman da rüzgârın karşı yönündeki deliği açık bırakırdı. Şimdi rüzgâr yönündeki deliği kapayarak öbürünü açmaya yöneldi. Sonra, kulübenin içi iyice ısıncaya dek, birkaç dakika beklemeye karar verdi. Oturdu. Başı hiç alışık olmadığı bir ağrıyla ağrımaya başladı. Geçen gecelerde uykusunu alamadığından yorgun düştüğünü sanarak kalkıp deliği açmaya, sonra da yatıp uyumaya karar verdi. Ne var ki, deliği açmadan uyuyakaldı.
Ne kadar baygın yattığını bilmiyordu. İlk ayılmaya başladığı sıralarda garip birtakım işler dönmekteymiş gibi geldi ona. Köpeği uluyor, başı korkunç bir ağrıyla zonkluyor, birileri onu çekiyor, boynundaki mendili gevşetiyordu.
Gözlerini açınca ikindinin, beklenmedik, garip bir biçimde alacakaranlığa dönüşmüş olduğunu gördü. O son derece güzel dudaklı, beyaz dişli genç kız da onun baş ucundaydı. Dahası var: Daha da garibi, Gabriel’in başı kızın kucağındaydı; yüzüyle boynunda hoşuna gitmeyen bir ıslaklık vardı, kızın parmakları onun yakasının düğmelerini çözmekteydi.
Gabriel bön bön, “Ne oldu ki?” diye sordu.
Genç kızın güleceği gelmiş gibiydi; neşe vermeyecek kadar sönük bir gülüş.
“Şimdi bir şey yok,” diye yanıtladı, “ölmediğinize göre. Şu kulübenin içinde zehirlenip gitmediğinize şaşılır doğrusu.”
Gabriel, “Ha, kulübe!” diye söylendi. “On altın verdim de aldım bu kulübeyi. Olsun, satarım gene! Eski zamanlardaki gibi çardakların altında oturur, samanların içine kıvrılıp yatarım. Bu kulübe geçen gün de neredeyse bu oyunu oynuyordu bana!”
Sözlerini vurgularcasına, Gabriel yumruğunu yere indirdi.
Kız, “Suç gerçekte kulübenin sayılmaz,” diye görüşünü belirtti. Ses tonu, onun az bulunur bir kadın, yani ağzını açıp konuşmaya başlamadan önce kafasındaki düşünceyi tamamlayan bir kadın olduğunu gösteriyordu. “Bana sorarsanız sizin kafanızı işletmeniz, kapakları kapalı bırakacak kadar aptallık etmemeniz gerekirdi.”
Gabriel, dalgın dalgın, “Evet,” dedi. “Öyle yapmalıydım.”
Gerçekte, şu durum geçmiş şeyler yığınının arasına göçmeden önce böyle onunla bir arada, başı onun dizinde olmanın bilincine ermek, bu duyunun tadını çıkarabilmek çabasındaydı. Bu duyguları kızın da bilebilmesini istiyordu. Ne var ki, duygusunun elle tutulmazlığını, konuşulan dilin kaba örgüsünün içine sokmak, onun gözünde bir kokuyu kelebek ağıyla taşımaya yeltenmekle birdi. Bu yüzden Çiftçi Oak hiç sesini çıkarmadı.
Kız onu doğrultup oturttu.
1 comment