O zaman Gabriel yüzünü sildi, Samson gibi şöyle bir silkelendi. Sonunda da, “Size nasıl teşekkür etsem?” diye vicdan borcunu belirtti.

Yüzünün her zamanki o pas kırmızısına çalan rengi az çok geri gelmişti.

Kız, “Aa, teşekkür edecek bir şey yok ki,” diye gülümsedi. Ve gülümseyişini, adamın bundan sonraki sözleri (ne olursa olsun) için de geçerli olsun diye yüzünde bekletti.

“Nasıl oldu da buldunuz beni?”

“Süt sağmaya gelince köpeğinizin sesini duydum; kulübenin kapısını tırmalayıp uluyordu. (Ne şans ama! Papatya’nın sağılma mevsimi bitmek üzere; bu hafta ya da önümüzdeki haftadan sonra buraya gelmeyeceğim artık.) Köpek beni görünce üzerime atılıp eteğime yapıştı. Ben de geldim; ilk işim, delikler kapalı mı diye yan duvarlara bakmak oldu. Amcamın tıpkı böyle bir kulübesi var da – çobanına söylerken duydumdu, sürgülerin birini açmadan yatıp uyumasın diye. Kapıyı açtım; sizi buracıkta, ölü gibi yatar buldum. Su bulamayınca kovadaki sütü döktüm üstünüze! Süt sıcaktı; bir işe yaramayacağını unuttum gitti.”

“Ölür müydüm dersiniz?” diye sordu Gabriel, kızdan çok kendi kulağına ulaştırmak istediği yavaş bir sesle.

Kız, “Yok canım,” dedi.

Daha az trajik bir olasılık onun daha işine gelir gibiydi. Bir adamı ölümden kurtarmak böyle bir işin önemine uygun konuşmaları gerektirirdi. Kız bundan kaçınıyordu.

“Bence siz benim canımı kurtardınız, Miss... Adınızı bilmiyorum. Teyzenizin adını biliyorum ama sizinkini bilmiyorum.”

“Söylemesem daha iyi – daha iyi bence. Hiç gerek yok adımı söylememe. Hem sizinle pek işimiz olacağını da sanmıyorum.”

“Ne olsa, bilmek isterdim.”

“Teyzeme sorun. O söyler size.”

“Benim adım Gabriel Oak.”

“Benimki değil! Böyle açık seçik söylediğine göre adını sevsen gerek – Gabriel Oak.”

“Nasıl diyeyim – görüp göreceğim tek ad bu benim. Bu yüzden elimden geldiği kadar yararlanıp tadını çıkarmam gerek.”

“Benim adım da kulağa bir hoş, sevimsiz gelir, diye düşünürüm hep.”

“Bana sorarsanız, yakında yeni bir ad almanız olasıdır.”

“Vay canına! Başka kimselerle ilgili ne de çok düşüncelerin varmış senin, Gabriel Oak!”

“Kusura bakmayın, küçükhanım, hoşunuza gider diye söyledim. Ne var ki, ben kafamdan geçenleri dile getirmekte sizinle boy ölçüşemem; biliyorum bunu. Akıl yönünden hiçbir zaman çok parlak olmadım. Gene de size çok teşekkür ediyorum. Nazlanmayın da elinizi verin bana.”

Kız duraksadı. Hafif başlanıp hafif sürdürülen bir konuşmayı adamın böyle eski zaman ağzıyla, ağırbaşlı bir içtenlikle sonuçlandırması onu biraz şaşırtmıştı:

“Öyle olsun,” dedi, dudaklarını nazlı bir uysallıkla büzerek ona elini verdi.

Gabriel onun elini yalnızca bir an tuttu. Duygularını ortaya vurmak korkusundan ters yönde aşırılığa kaçarak kızın parmaklarına ruhsuz bir insan gibi, şöyle bir dokundu. Bir an sonra, “Özür dilerim,” dedi.

“Ne diye?”

“Elinizi çarçabuk bıraktım diye.”

“İstersen gene tut. İşte al.”

Kız ona gene elini verdi.

Gabriel onun elini uzun uzun tuttu bu kez. Hem de garip kaçacak kadar uzun. “Ne de yumuşakmış – hem de şu kış kıyamette. Ne sertleşmiş, ne kabuklaşmış, ne bir şey!”

Kız, “Hadi, artık yeter,” dedi. Gene de elini çekmedi. “Öpmek geliyor içinden galiba, öyle mi? Öpebilirsin, istersen.”

Gabriel dosdoğru, “Hiç öyle bir düşüncem yoktu,” diye yanıtladı. “Ama öperim, madem...”

“Öpemezsin işte!”

Kız elini çekiverdi.

Gabriel gene bir patavatsızlık yaptığını anladı.

Kız hınzırca, “Şimdi adımı öğren bakalım,” dedi ve gitti.

IVGabriel’in kararı - Ziyaret - Yanlışlık

Kadınlarda, rakip cinsin kaldırabileceği tek üstünlük, ancak bilinçdışı bir üstünlük olabilirdi.