(Ed.) The Complete Works of Geoffrey Chaucer. London, 1976.
Rowland, Beryl. (Ed.) Companion to Chaucer Studies. London, 1968.
Turhan, Vahit. Chaucer: Dönemi, Hayatı, Eserleri ve Canterbury Masallarından Seçme Tercümeler, İstanbul, 1949.
Wagenknecht, Edward. (Ed.) Chaucer: Modern Essays in Criticism, New York, 1956.
“Thorgh me men gon into that blysful place
Of hertes hele and dedly woundes cure;
Thorgh me men gon unto the welle of grace,
There grene and lusty May shal evere endure.
This is the wey to al good aventure.
Be glad, thow redere, and thy sorwe of-caste;
Al open am I - passe in, and sped thee faste!”
(Parliament of Fowls)
“Benden geçerek gidilir o mutluluk diyarına:
Ölümcül yaraya merhem, kalbe derman,
Benden geçerek gidilir o lutuf pınarına,
Orda yeşil, şen bir Mayıs vardır her zaman,
Bu yoldur iyi olan ne varsa ona varan.
Neşelen ey okuyucu, üzüntünü at,
Bak açığım, gir, ilerle son sürat!”
(Kuşlar Meclisi)
Grup A (Fragman I)
GENEL GİRİŞ
Canterbury Hikâyeleri Kitabı burada başlıyor.
Nisan tatlı yağmurlarıyla gelip
Kırınca Marttan kalan kurağı ve delip
Toprağı köklere işleyince, kudretiyle
Çiçekler açtıran bereketli şerbetiyle
Yıkayınca en ince damarları,
Zephirus da dolaşarak kırları, bayırları1
Soluyunca can katan ılık,
Tatlı nefesini körpecik
Filizlere, toy güneş yarı edince
Koç burcundaki devrini, bütün gece2
Uyumayıp börtü böcek
Şarkılar söyleyince (tabiat dürtükleyerek
Uyanık tutar onları) işte o dem,
Hacca gitmeye büyük bir özlem
Duyar insanlar. Eski hacılarsa
Değişik memleketler, uzak kıyılarda varsa
Azizler, kutsal bilinen yerler,
Oraları görmeye niyetlenirler.
İşte bu Azizlerden çok özel biri de
Bir din şehidiydi İngiltere’de Canterbury’de.3
Kim dara düşerse ona yardım ederdi,
Kıyı bucaktan herkes kalkıp ona giderdi.
Bahsettiğim mevsimde günlerden bir gün,
Soutwark’ta Tabard hanında konaklamışken ve bütün
Kalbimle hazırken Canterbury’ye
Varan o uzun yolu at sırtında gitmeye,
Akşam üstü yirmidokuz kişilik
Bir kafile geldi hana, değişik
İnsanlardı her biri ve tesadüfen
Birliktelerdi Canterbury’ye gitmek isteyen
Bu hacı adayları. Odalar, ahırlar yeteri
Kadar genişti, rahattı herkesin yeri.
Uzun sözün kısası, gün battığı zaman
Hepsiyle görüşüp dost olmuştum çoktan,
Sözleşmiştik “sabahleyin erkenden” diye,
İşte bu yolculuğu anlatır bu hikâye.
Ama vakit varken, başlamadan söze,
Tepetaklak dalmadan öykümüze,
Biraz yoldaşlarımdan sözedeyim.
Kim olduklarından, sınıflarından ve giyim
Kuşamlarından, davranışlarından söz edeyim biraz,
Şövalye’yle başlamak sanırım yanlış olmaz.
Bir ŞÖVALYE vardı, çok saygın biri
Maceraya atıldığı ilk günlerden beri
Gönül vermişti şövalyeliğe. Onurluydu,
Dürüsttü, nazikti, savaşlarda zorluydu.
Katılmıştı en uzak seferlere,
Hıristiyan topraklarına, kâfir ellere
Lordunun yanında atını sürmüştü,
Ve her defasında büyük iltifat görmüştü.
O da oradaydı İskenderiye düşerken
Tüm zafer şölenlerinde sofrada en
Seçkin yer onundu, özellikle Prusya’da.
Litvanya’da çarpışmıştı, derken Rusya’da.
Granada’da üstüne yoktu, Cezayir’de,
Ayaş’ta, Antalya’da, Belmary’de bir de.
Buralardaki düşmanlar gelir gelmez dize,
Yiğit ordularla birlik inmişti Akdeniz’e.
Ölümcül mızrak oyunlarında onbeş kez yarışmıştı,
Tlemsen’de din için üç kez vuruşmuştu
Er meydanında teke tek ve sağ kalmıştı.
Balat Beyinin yanında da yer almıştı.4
Yenmek için Türkiye’de bir başka kâfiri.
Adı övgüyle anılır o günden beri.
Kafalı adamdı, dört dörtlük bir şövalyeydi ama
Bir genç kız kadar da nazikti daima.
Hayatında kimseye kaba davranmamıştı,
Kimsenin adını kötü sözle anmamıştı.
Doğru sözlü, centilmen, kısaca mükemmeldi,
Atlarına gelince son derece güzeldi.
İyi giyinirdi ama züppe değildi asla,
Ceketinin altında kalın kumaştan, zırhındaki pasla
Lekelenmiş bir yelek vardı: Döner dönmez seferden,
Ayağının tozuyla yola çıkmıştı hemen.
Genç bir SİLAHTAR vardı yanında, kendi oğluydu,5
Babasının yolundaydı ve onun sağ koluydu.
Yirmi yaşında var yok bir delikanlıydı,
Bukleleri kıvır kıvır, hareketleri canlıydı.
Boyu uzun sayılmazdı ama gücü müthişti,
Flanders’e, Artois’ya, Picardy’ye savaşlara gitmişti.
Hanımının gözüne girmek için
Haddi hesabı yoktu çektiklerinin.
Körpecik yaşını düşününce,
Hayran olmamak elde değildi bu gence.
Takmış takıştırmıştı, sanırdınız
Çiçeklerle kaplı bir çayırdı, kırmızı beyaz.
Şarkılar söylüyor, flüt çalıyordu gün boyu,
Tazeydi, şen şakraktı, sanki Mayıs ayı.
Kısaydı gömleği, yenleri uzun ve geniş,
Ben görmedim ömrümde öyle ata biniş.
Türküler yakıyor, şiirler yazıyordu,
Döğüşüyor, dans ediyor, yazıyor, çiziyordu.
Geceleri yanıyordu aşkla, ateşle,
Ondan daha çok uyuyordu bülbüller bile.
Çalışkandı, alçakgönüllüydü, kibardı,
Yemeklerde babasına servis yapardı.
OKÇU’ydu Şövalye’nin yanındaki tek hizmetkâr,6
“Fazlasına” demişti “ne gerek var?”
Okçu’nun kaputu ve yeşil başlığı vardı,
Kemerinin altından bir tutam ok parıldardı.
Öyle özenli teçhizat kuşanamazdı çokları:
Ne kayar, ne düşerdi tavus tüyü okları.
Koca bir yay vardı elinde, kısaydı saçları,
Esmerdi. Büyük bir ustalıkla işlerdi ağaçları.
Kolunu işlemeli bir bileklik koruyordu,
Kalkanı vardı, yanında kılıcı duruyordu.
Öte yanındaysa bedeninin,
Bir mızrak ucu kadar keskin
Sıkıca sokulmuş bir hançer;
Işıyordu göğsünün üstünde gümüş bir Aziz Christopher7
Madalyonu; boynunda yeşil saplı bir av borusu asılıydı
Ormanda dolaşmayı seviyor olmalıydı.
İçlerinden BAŞ RAHİBE’yi burada anmamak olmaz,
Katıksız sadelikti gülüşü, gülüşü binbir naz.
En büyük yeminini Aziz Loy üstüne ederdi,8
Herkes ona Madam Eglantine derdi.
Kutsal ilahiler notası notasına
Şekillenirdi genzinde, rastlanmazdı hatasına.
Fransızca’yı Bowe-Stratford aksanıyla9
Konuşurdu, zarif ve mükemmelen her yanıyla
– Çünkü Paris Fransızcasına yabancı kalmıştı.
Üstelik iyi bir yemek terbiyesi almıştı,
Tek bir kırıntının düşmesine izin vermezdi,
Parmakları yemeğin suyuna fazla girmezdi.
Her lokmayı özenle alıyordu tabaktan,
Götürüyordu ağzına üstüne damlatmadan.
Üst dudağını öyle temiz
Siliyordu ki kalmıyordu bardağında yağdan iz.
Müthiş hoşlanıyordu görgülü davranmaktan,
Etini almak için zarifçe uzanmaktan.
Öyle asık suratlıydı sanmayın sakın,
Neşeliydi, sıcaktı ve cana yakın.
Hep bir soylu gibi davranır,
Soylular gibi oturaklı ve ağır
Görünmeye gayret ederdi.
O kadar da dindardı, o kadar yardım severdi.
Kapana kısılmış ölü ya da yaralı bir fare
Ağlatırdı onu, boğardı derin kedere.
En zevk aldığı uğraştı köpecikler beslemek,10
Süt verirdi onlara, ızgara et, beyaz ekmek.
Ölse birisi ya da değnek yese birinden,
Yemez içmez, yataklara düşerdi kederinden;
Yufka yürekliydi, hep dinlerdi vicdanının sesini.
Özenle toplamıştı plili baş örtüsünü,
Yumuşak, kiraz rengi, minicik ağzı vardı,
Biçimliydi burnu, elâ gözleri cam gibi parıldardı,
Güzel alnı pürüzsüzdü, değildi kırış kırış,
Genişliği kanımca vardı bir karış;
Ne de olsa öyle ufak tefek
Bir kadın değildi. Pelerini pek
Şıktı. Kolunda mercan bir tesbih görülüyordu,
İri, yeşil taşlar tesbihi bölümlüyordu.
Asılmıştı bu tesbihin en ucuna
Pırıl pırıl parlayan bir altın iğne
Üstünde tepesi taçlı bir büyük “A”
Ve şu sözler vardı: Amor vincit omnia.11
Bir başka RAHİBE vardı hep
Yanında yardımcısı ve üç de rahip.
Av hastası yakışıklı bir adam vardı, bir KEŞİŞ’ti,
Görevi uzak manastırları teftişti,
Adam gibi bir adamdı, yetenekliydi, sanki bir Baş Rahipti,
Tavlasında bakımlı, soy atlara sahipti.
Rüzgâr ıslık çalarken ince ince,
Şakırdardı dizginler o atına binince,
Yankılanır çalardı hücresinin çanı gibi,
Önceden haberlerdi bu muhterem rahibi.
Eski moda ve çok katıydı ona göre
Aziz Beneit ve Aziz Maure12
Öğretisi, “Unutalım eskileri” diyordu bu yüzden,
“Yaşayalım hayatı o vazgeçmeden bizden.”
Avcılık dindarlıkla bağdaşmaz diyen
O kitap yolunmuş bir tavuk bile etmezdi, katiyyen.
Yine aynı kitap şöyle derdi:
Başına buyruk rahip sudan çıkmış balığa benzerdi.
Yani manastırında oturmayıp
Kırlarda bayırlarda gezen rahip.
Sorulsundu bu Keşiş bu kitaba
Midye kadar değer verir miydi acaba?
Katıldım kendisine “Hakkın var” diye,
Hep okursa, maazallah, döner insan deliye.
Kapanmak manastıra, hafızlamak gündüz gece,
Neden onca ağır iş, neden onca işkence?
Bırakalım dünyadan kullar nasibin alsın,
Augustin’in öğütleri kendine kalsın.13
İyi bir biniciydi bu yüzden, çevikti tazıları,
Gökte uçan kuşlarla birdi hızları.
Ata binmek ve tavşan avı, başka işler açmazdı,
Bunlar için hiçbir masraftan kaçmazdı.
Cüppesinin, gördüm, kürkle kaplıydı yeni,
Gri kürkün en “ben kürküm” diyeni.
Kukuletası rüzgârda uçmasın diye, çene
Altına takıyordu işçiliği temiz, altın bir iğne;
Ucunda bir aşk fiyonguyla bu iğne çok güzeldi.
Cam gibi parlıyordu kafası, keldi;
Yüzü pırıl pırıldı: cildi epey yağlıydı,
Bu onun etli butlu olmasına bağlıydı.
Gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönüyordu,
Kazan altında kor gibi yanıp yanıp sönüyordu.
Atı mükemmeldi, yumuşaktı çizmeleri,
Zaten böyle olurdu bunca önemli biri.
Kan damlardı yüzünden, yüzü bir çömlek yanak,
Bir hayalet değildi, eh ne de bir hortlak.
Kızarmış yağlı kuğu ne harika yemekti,
Altındaki atı böğürtlenlerle bir renkti.
İçlerinde bir FRER, bölgeci papaz vardı,
Geçimini civarda dilenerek sağlardı.
Hayat dolu, neşeli, gönlü şen
Bir adamdı, vallahi öylesini görmemiştim ben.
Dört tarikatın dördünde de görülmüş değildi,
O ne tatlı şakımaydı, ne tatlı dildi.
Kaç genç kızın evlilik işini tezgâhlamıştı,
Çeyizlerini kendi cebinden düzüp onları nikâhlamıştı.14
Tarikatında doğrusu üstüne yoktu,
Zengin eşraf içinde eşi dostu çoktu.
Sosyete kadınlarını tek tek tanırdı,
Ne çekinir kadınlar, ne ondan utanırdı.
Daha yüksek rütbeliydi sıradan bir vaizden,
Günah çıkarmaya yetkiliydi bu yüzden.
Sessiz sakin dinlerdi her itirafı,
Dağıtırdı gönüllere su serper gibi affı.
Kimseye senin işin olmaz demezdi,
Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezdi.
Fakir bir tarikata yardım eden günahkâr
Emin olsundu aftan, silinirdi günahlar.
Öyleleri vardı ki kalpleri nasır tutmuştu,
İçleri kan ağlasa da gözleri ağlamayı unutmuştu.
Dua ve gözyaşı yerine bir miktar gümüş para
Vermeleri yeterliydi bu yüzden bu yoksul papazlara.15
Kapüşonu çakılarla, iğnelerle doluydu,
Hediyeler kadın tavlamanın en geçerli yoluydu.
Bunlar kadar önemli, hatta hepsinden önemlisi:
Saz çalıyordu bir de, bülbül gibiydi sesi.
Türküler çığırmada ödül alırdı mutlak,
Görseniz ensesini bir beyaz zambak
Sanırdınız, bir öküzünki kadar güçlüydü elbette.
Hizmetçi kızların alayını tanırdı memlekette
Ve bütün hancıları yaşlısıyla, genciyle
İşi yoktu cüzzamlı ya da dilenciyle:
Yoksulların kimseye yararı dokunmazdı,
Zarar yok, kitabında zaten aksi yazmazdı:
Hiç yakışık almaz, hiç bir çıkar sağlamaz,
Fakirle fukarayla düşüp kalkmaz bir papaz.
Zengin zevatla, zerzevatçılarla gezerdi,
İşini bilen papazlar her gün pilav yerdi.
Saygıda kusur etmezdi, herkese güler yüz
Gösterirdi; mesleğinin erbabıydı, icracısıydı kusursuz.
Civarda onu gibi dilenen kimse yoktu,
Kirasını eksiksiz öderdi, gözü toktu.16
Onun bölgesine yaklaşmazdı diğer
Dilenciler. Yal’nayak bir dula rastlasa bile eğer,
En duygulu sesiyle “In principio” derdi,17
Birkaç kuruş koparır, öyle çeker giderdi.
Kira bedelini kat kat çıkarırdı bu yoldan,
Kuyruk sallar, koşardı arkadan sağdan soldan.
Davaları dinlerdi duruşma günlerinde,
Bambaşka birisiydi mahkeme önlerinde.
Çulsuz bir alim ya da havı dökülmüş
Cüppesiyle bir papaz değildi. Gelmiş
Geçmiş âlimlerin şahıydı, papanın kendisiydi.
Sıkı dokunmuş pelerini kumaşlar efendisiydi,
Kalıptan çıkmış bir çan gibi çevreliyordu bedenini.
Peltek konuşuyordu biraz, bunun nedeni
Tatlı bir hava vermek istemesiydi sesine
Arp çalarken, şarkılar söylerken yine,
Ayazlı bir gecede yıldızları andırıyordu
Kafasında gözleri, kırpışıp duruyordu.
Adı Hubert’ti bu saygıdeğer papazın.
Bir de TÜCCAR vardı, bir kenara yazın,
Sakalı çatal çataldı, giysisi rengârenk,
Yüksek eyer üstüne oturmuştu dimdik.
Flaman işi kunduz kürkü şapkası pek şık duruyordu,
Parlak tokalı çizmeleri bacaklarını sarıyordu.
Anlatıyordu büyük bir ciddiyetle neyi
Nereden kazandığını ve dönüp dolaşıp aynı şeyi:
“Orwel’la Middleburg arası deniz yolu
Ne pahasına olursa olsun güvenli tutulmalı”18
Döviz alım satımıyla da uğraşıyordu,
Alengirli işlere yatkın bir kafa taşıyordu.
Herkes sanırdı ki tıkır tıkır yolunda gidiyordu işleri,
Pek asil bir havayla idare ediyordu işleri,
Kimse demezdi borca batmıştı boğazına kadar,
Değerli bir adamdı şimdi Allah var;
Ayıptır söylemesi, unuttum neydi adı.
Oxford’dan bir ÜNİVERSİTELİ vardı,
Müzmin öğrencilerdendi, mantıktı bölümü,
Bir deri bir kemik atı bekliyordu ölümü.
Kendisi de hiç geri kalmıyordu atından,
Ciddiyet akıyordu avurtları çökmüş suratından.
Üstünde pelerini lime lime olmuştu,
Kilisede yer yoktu henüz, tüm kadrolar dolmuştu.
Hem o kadar uzaktı ki dünya işlerinden,
Bir işe girmek için görmüyordu bir neden.
İsterdi Aristo’nun felsefe kitapları
Olsundu baş ucunda, kırmızı siyah kapları.
Pahalı giysileri kim alırsa alsındı,
İlahiler söylesin, kemanı kim çalarsa çalsındı.
Kendisi bunca yıllık filozof olsa da
Yok denecek kadar az altını vardı kasada 19
Eşten dosttan ne kadar borç para
Koparırsa yatırırdı hepsini kitaplara.
Karşılığında onlara yürekten dualar ederdi,
Borçlarını ancak bu şekilde öderdi.
Doğrusu okumaktan en büyük zevki alırdı,
Gerektikçe konuşur, çokluk sessiz kalırdı.
Resmiydi konuşurken, saygılıydı son derece,
Az ve öz konuşurdu, ve her daim yüce
Konulardan bahsederdi. En sevdiği sözcüklerdi ahlak ve erdem,
Öğrenmeyi severdi, severek öğretirdi hem.
Bir AVUKAT vardı, akıllı ve kurnaz,
Büyük Avlu’da bulunmuştu kim bilir kaç kez.20
Orada da parlaktı, hiç gerek yok kaygıya,
Zeki ve tedbirliydi, fazlasıyla layıktı saygıya.
Böyle görünüyordu, sözleri etkiliydi;
Seyyar mahkemelerde hâkimdi tam yetkiliydi.
Engin bilgisiyle dillere destan olmuştu,
Çok paralar kazanmıştı, tüm cepleri dolmuştu.
Büyük komisyoncuydu, toprak alır satardı,
Kılıfını uydurur, mülküne mülk katardı.
Yaptığı işlemlerde bulunmazdı bir kusur,
Dünyada ondan daha meşgul birisi yoktur.
(Daha çok gösterişti bu tabii benim görüşüm)
Fatih William’dan beri ne kadar dava, hüküm
Varsa sayardı size birer birer,
Savunmalar hazırlar, düzenlerdi senetler.
Ne virgül eksik, ne nokta, hepsi tamam eylerdi,
Yığınla kanunları ezberinden söylerdi.
Pek göze çarpmayan, çatkılı bir ceketi vardı,
Beline ince metal tokalı ipek kuşak sarardı,
Kıyafeti konusunda sanırım bu kadar yeter.
Yoldaşı TOPRAK AĞASI’na da vermek lazım yer.
Sakalı papatya yaprağı kadar beyazdı,
Al yanaklı, iyi bir adamcağızdı.
Sabahları kahvaltısı şarap ekmekti,
Hayatta tek amacı bolca eğlenmekti.
Öz oğluydu “Zevkle kendinden geçtiğin gün
Gerçek mutluluğu buldun demektir” diyen Epikür’ün.21
Konuk severlikte Aziz Julian gibiydi,22
Kadir kıymet bilir bir ev sahibiydi.
Ekmeğinin, birasının kalitesi yüksekti,
Yakın çiftlikler içinde şarabı tekti.
Sofrasına yağmur gibi nimet yağardı,
Bir kuş sütü eksikti, bereket yağardı.
Bol miktarda bulunurdu türlü lezzetler,
Kurutulmuş balıklar, kavrulmuş etler.
Değişen mevsimlerle değişirdi sıra,
Çeşit çeşit yemeklerle dolar taşardı sofra.
Kümesleri doldururdu besili keklikleri,
Yüzerdi gölette sazan, turna balıkları.
Tutturamamışsa aşçı bir gün sosun kıvamını,
Seyredin olacakları, seyredin devamını.
Salonda masası hep kurulu dururdu,
Her an için servise hazır olurdu.
Bölge temsilcisiydi, başkandı mecliste,
Onun adıyla başlardı oturumlarda liste.
Sallanıyordu belinde bir bıçak,
Küçük bir ipek kese, sabah sütü kadar ak
Kuşağının altından. Müfettişti, hesapları kontrol ederdi,
Arazi sahipleri onun izinden giderdi.
Bir TUHAFİYECİ vardı, bir BOYACI, bir MARANGOZ,
Bir KİLİMCİ ve bir DOKUMACI saflarımız
Arasında. Aynı kardeşlik loncasının ciddi23
Formalarını giyinmişlerdi.
Öyle temiz, öyle gıcır gıcırdı
Ki teçhizatları görenler yeni sanırdı.
Bronz değil, saf gümüş işliydi bıçakları,
Katılıyordu bu cümbüşe çanta ve kuşakları.
Belliydi ki mesleklerinin yeterince seçkin
Elçileriydiler, dernek kürsülerini şereflendirmek için.
Kalsaydı iş yalnızca çalışmaya, bilgiye,
Seçilirdi her biri Belediye Meclisi’ne üye.
Bunun hayali bile karılarının hoşuna gidiyordu,
Ne vardı sanki? Bunca mal mülk boşuna gidiyordu.
Haklarıydı doğrusu gücenmek ve darılmak,
Ne hoş bir şey olurdu “Madam” diye çağrılmak,
Herkeslerden önce girmek kiliseye, elbiseleri
Bir kraliçe edasıyla süpürüyorken yeri.
Bir de AŞÇI’ları vardı, onlara eşlik eder,
Haşlardı tavukları kemiği, iliğiyle beraber.
Havlıcan ve türlü baharlar katardı sonra,
Daha ilk yudumda anlardı Londra
Birasını. Izgarası meşhurdu, fırınında harikalar pişerdi,
Turtasından yemiyenin bir tarafı şişerdi,
Kızartmada, güveçte üstüne yoktu,
Sulu değildi çorbası, tanesi çoktu.
Bu aşçının dizinde, yazık, bir çıban
Vardı ya da bana öyle gelmişti o zaman ,
Ama sütlü peltesiydi en çok gönülleri çelen.
Bir GEMİCİ vardı taa Batıdan gelen,
Dartmouthluydu kendisi, onca
Uzaktan geliyor ve ihtiyar bir beygiri sürüyordu gönlünce.
Dizlerine dökülüyordu saf yünden cüppesi; bundan
Başka bir bıçak sarkıyordu omzundan,
Boynundan geçen bir kayışa bağlıydı ucu.
Bronzlaşmıştı teni güneşte çok kalmanın sonucu.
İyi adamdı. Bordeaux dönüşü mal sahibi uyuyakalmıştı,
Bu arada bizimki hayli şarap çalmıştı.
İnce vicdan hesapları yapmazdı nedense,
Bir kavgaya tutuşsa ve rakiplerini yense,
Atardı topunu doğru denize,
Evlerine yollardı ancak yüze yüze.
Denizlerin kurduydu, sezerdi her tehlikeyi,
Gelgitleri, akıntıları ve daha pek çok şeyi,
Ayın devirlerini, limanları. Seyirde dikkatliydi,
Cartage’dan Hull’a eşi yoktu, o kadar süratliydi.24
Gözüpekti, icabında tedbirli ve akıllı,
Ne fırtınalarda uçuşmuş, karışmıştı sakalı.
Finisterre burnundan Gottland’e kadar
Bilirdi nerde, nasıl bir sığınak var.
Ne İngiltere, ne de İspanya’da girmediği koy kalmıştı,
Teknesi Magdalene adıyla nam salmıştı.
Bir de HEKİM vardı bizimle sahi,
İlaçlar konusunda olsun, cerrahi
Alanında olsun ya da,
Onun kadar derin hekim yoktu dünyada.
Astrolojiye dayanırdı bilgisinin temeli,
Yakın gözlem altında tutardı hastasını günün belli
Saatlerinde. Yükselen burçları, alçalan burçları,
Tasvirlere etkilerini ve doğurdukları sonuçları.25
Sıcak, soğuk, kuru ya da nemli,26
Bilirdi her illetin sebebini, önemsiz ya da önemli,
İyi ya da kötü huylu olduğunu. Doğrusu şimdi,
Eşi bulunmaz, değerli bir hekimdi.
Gerisi kolaydı teşhisini koydu mu bir kere,
Oracıkta bulurdu hastanın derdine çare.
Anlaşmalı eczanelerden oluşan bir çetesi
Vardı, anında hazırlanırdı her reçetesi.
Bu işten hem eczacı, hem hekim kazanırdı,
Dostlukları epey eskiye uzanırdı.
Sular seller gibi biliyordu Asklepios’u,
Ayrıca Hipokrat’ı, Dioskorides ve Rufus’u;
Razi’yi, İbn-i Sina’yı, Galen’i,
Ali bin Abbas’ı, Seraphion’u, İbn-i
Rüşd’ü; piriydiler, Konstantine, Şam’lı John ve en son
İskoç Bernard, Gilbertine ve Gadesden’li John.
Özen gösterirdi ölçülü yiyip içmeye,
Abur cubur yemezdi öyle laf olsun diye.
Sindirimi rahat, besleyici şeyler yerdi,
İncil okuduğu zamanlar pek enderdi.
Kan kırmızı, gök mavisi giysisi güneşte parıldardı,
Üstünde tafta, ipek şeritler vardı.
Hesaplıydı, gereksiz masraflara girmezdi,
Vebadan kazandığı servete el sürmezdi.27
Hekimlikte altın kalbe devadır ya,
Düşmüştü altınla o da kara sevdaya.
Aramıza BATH ŞEHRİNDEN KATILAN bir
KADIN vardı, kulakları biraz ağır işitir.
Öyle özenle dokurdu ki kumaşları,
Eline su dökemezdi Ypres’li, Ghent’li meslektaşları.28
Kilisede bağış yapmaya imkânsız,
Onun önünde yürüyemezdi hiçbir kız.
Dalgınlığına gelip biri kalkışsa, biline,
Hiddetlenir, eline sıkı olurdu ve cömert olurdu diline.
Sık dokumaydı hotozu, temiz işti, şekerdi,
Her biri abartmasız bir beş kilo çekerdi
Pazarları örtündüklerinin, görmeliydiniz.
Kırmızının hasıydı çorapları, sıkıydı diz
Bağları. Yumuşaktı pabuçları, pırıl pırıldı,
Geniş yüzü biçimliydi, yanakları aldı.
Yaşamı boyunca hep saygıdeğer
Kalmıştı, gençlik maceralarını saymazsak eğer.
Kilise kapısında beş kez evlenmişti şimdiye kadar,29
Ama şimdi bundan söz etmenin ne âlemi var?
Üç kereler bulunmuştu Kudüs’te,
Çok nehirler, köprülerden geçmişti üst üste.
Roma’ya varmıştı yolu, Boulogne’a,
Compostela’lı Aziz Juan’a ve Köln’e
Dolambaçlı yollara alışıktı anlayacağınız.30
Ön dişlerinin arası ayrıktı yalnız.31
Rahatça oturuyordu atın sırtında rahvan gidiyordu atı.
Kalkan büyüklüğünde bir şapkası vardı, sarınıp sarmalanmıştı.
Binici etekliği geniş kalçalarını gizliyordu,
Bu örtünün altından atını sertçe mahmuzluyordu.
Cana yakın bir kadındı, tatlıydı, hoş sohbetti;
Güldü yol boyu herkesle, dostça yarenlik etti.
Bildiği için aşk dansının her figürünü,
Tedavi ederdi aşk kazalarının her türünü.
İmanı sağlam bir adam vardı, iyi bilinirdi;
Bir kasaba VAİZiydi, pek fakirdi,
Allah yolundaydı yalnız, gönlü zengindi.
Birçok kitap okumuştu, bilgisi, görgüsü engindi.
Noktasına virgülüne kadar bilirdi İncil’i,
Aktarırdı cemaatine döndüğünce dili.
Azimliydi ve yüreği iyilikle doluydu,
Kötü günde Tanrı’nın en sabırlı kuluydu,
Göstermişti bunu pek çok olayı geçmişin.
Kötü bir söz söylemezdi üç beş kuruş için.
Kimseyi vergi yüzünden aforoza varmazdı dili,
Ona el açanın asla boş dönmezdi eli,
Bazen bağışlardan, bazen kendi cebinden verirdi hazla,
Aç gözlü biri değildi, yetinirdi azla.
Görev bölgesi genişti, birbirinden uzaktı evler,
Ama o ne yağmur ne çamur dinler,
Acılı olsa, hasta olsa yine de kalkar
Giderdi en ücra köşke, kulübeye kadar.
Yürür giderdi elinde bir değnekle,
“Yollar aşınmaz” derdi “yürümekle”, hep şu soylu örnekle
Seslenirdi sürüsüne: “Önce kendin uygula sonra öğretmeye bak.”
Bu sözleri İncil’den almıştı, ancak,
Kendinden de bir iki kelime katardı: Altın
Paslanırsa demir ne yapsın?
Güvendiğimiz papazlar şaşırırsa yolu
Sıradan dindarların pasına hiç şaşmamalı.
Kar beyaz bir sürünün başında atmayın yabana
Ne acıdır rastlamak pislik içinde bir çobana.
Öğretirken koyunlarına nasıl bir yaşam sürmeliyiz,
Herkesten önce bir papaz kendi olmalı temiz.
Görevini bu vaiz ehliyetsiz ellere terketmemişti,
Bataklıkta bırakıp sürüsünü gitmemişti.32
Kısa yoldan dönerdi köşeyi gitse Londra’ya,
Zengin cenazelerinde ilahiler okurdu veya
Bir kardeşlik derneğine olurdu üye;
Ama o kurtlara yem olmasınlar diye
Başlarında kalıp gözetmişti sürüsünü. İşine gönül
Vermiş bir çobandı, paralı bekçi değil.
Erdemliydi her haliyle, Vaiz tam bir azizdi,
İyi niyetli bir öğretmendi, son derece titizdi.
Burnu havada değildi, günahkarlara bile
Yaklaşırdı sınırsız bir hoşgörü ile.
Gönülleri hoş tutmaktan başka neydi ki işi?
Kazançtı İsa’nın yoluna yönelen her bir kişi
– Bu kişi odun kafalının teki değilse tabii.
Böylesi isterse mal mülk sahibi,
Varlıklı biri olsun, açardı ağzını, yumardı gözünü,
Cesur bir papazdı, sakınmazdı sözünü.
Mesleğinde ne şeref, ne şan peşinde koşardı,
En küçük sevaplarla sevinirdi coşardı.
Gösterirdi İsa’nın ve havarilerinin yolunu,
Ve en başta kendisi izlerdi onu.
Kardeşi vardı yanında, ÇİFTÇİlikti mesleği
Henüz yerden kalkmamışken sabah çiyi,
Kim bilir kaç araba tezek taşımıştı?
Dürüsttü, yardımseverdi, hep sakin yaşamıştı.
İncil’in emirlerine harfiyen uyardı,
Tanrı sevgisini taa yüreğinde duyardı.
İyi günde, kötü günde komşularıyla birdi,
Ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinirdi.
Kuşluk vakti giderdi tarlaya çalışmaya,
Harman dövmeye, çapaya, gübrelemeye, veya
Kuyu açmaya. Yanaşır, bir ucundan tutardı her işin,
Ve beş kuruş almazdı, Allah rızası için
Çalışırdı yalnızca. Bırakalım hepsini,
Kuruşu kuruşuna öderdi vergisini,
Mahsulünün yanısıra malını da hesaba katarak;
Bir iş gömleği vardı üzerinde, ve altında bir kısrak.
Bir DEĞİRMENCİ vardı, bir KÂHYA,
Bir AFNAMECİ, bir MÜBAŞİR, tesadüf bu ya,
Bir VEKİLHARÇ, bir de ben grup tamamdı.
DEĞİRMENCİ çam yarması, kapı gibi bir adamdı;
En gösterişlileri oydu aralarında,
Koçu mutlak kazanırdı güreş turnuvalarında.
Omuzları düşük, boynu kısa, eti sıkı, kalıbı genişti,
Bir kapıyı omuzlamak onun için basit işti,
Ya da bir kafa atıp parçalamak bazı.
Sakalı bir domuz veya tilki gibi kırmızı,
Ve genişti aynı zamanda bir kürek
Gibi. Tam ucunda, en yüksek
Noktasında burnunun bir ben vardı, anlatamam,
Ortasından yükseliyordu bir tutam
Kıl, kart bir domuzun kulağındaki kıllar gibi.
Derin bir kuyuydu burun delikleri, yoktu dibi.
Bir kılıç vardı yanında, bir de kalkan,
Fırın ağzı sanırdı muhteşem ağzına bakan.
Çenesi düşüktü biraz, muhabbetçiydi hınzır,
Bar anılarını anlatırdı, baştan sona muzır.
Eli ustalaşmıştı buğday çalmakta,
Bir dokunup tartıya üç katı pay almakta:
Tuttuğu altın oluyordu, onun ne hatası vardı?
Beyaz kaputu üstünde mavi kukuletası vardı.
Gaydasını çala çala en önde gidiyordu,
Kasabadan çıkarken bizi o yediyordu.
Bir VEKİLHARÇ vardı, avukatlar hanından, “neme lazım”
Demeyip örnek almalı onu her levazım
Memuru. İster peşin, ister veresiye yapsın alışverişi,
Temkinli davranırdı, aceleye getirmezdi işi.
Kılı kırka yararak dolaşırdı pazarı,
Pazardaki herkesten çok olurdu kârı.
Tanrı’nın hikmetidir bu, işte gör:
Nasıl olup da bu adam gibi kör
Cahil biri sulu dereye götürüp susuz
Getiriyordu bir yığın okumuş adamı. Otuz
Kişiden fazlaydı efendileri, hukukun en çetrefilli
Konularını bilirlerdi, kıvrak zekalı ve kıvrak dilli
Adamlardı hepsi; öyle ki aralarından “Çık”
Dediğiniz anda bir Lordun hesaplarını tutmaya layık
Bir düzine adam ayrılırdı.
1 comment