Nasihat
Verirlerdi Lord’a. Nasıl kendi yağınla kavrulup rahat
– Herif çılgının biri değilse tabii bir yaşam
Sürülebilir veya cimriliğe kaçmadan ve tam
Kıvamında nasıl tasarruf yapılır anlatırlardı;
Bölge davalarına baksalar yeri vardı.
Gel gör ki bu Vekilharç aptal yerine koyardı,
Parmağında oynatırdı hepsini, gözlerini boyardı.
Bir KÂHYA vardı, asabi,
Yaşlı, incecik bir kuru dal gibi,
Hani üflesen uçacak bir arkadaş;
Sakalına çekmişti sinekkaydı bir tıraş.
Kulak arkaları iyice kırpılmıştı, hiç saç
Yoktu. Başının ön kısmıysa kıraç
Bir tarlaydı, derisi kazınmıştı papazlara nisbet,
Uzun, çöp bacaklarında yoktu bir parçacık et.
Tahıl ambarını başarıyla çekip çevirirdi,
Hiç açık vermezdi, pek mahirdi.
Uzunluğuna bakarak kuraklığın, yağışın,
Önceden hesaplardı ürününü yazın, kışın.
Efendisinin koyunları, danaları, tavukları,
Domuzları, atları, mandırası, tahıl stokları
Ona emanet edilmişti ne varsa bütün,
Bir vekaletnameyle efendisi yirmisine bastığı gün.
Hesabını tam verir, borçlu çıkmazdı hiçbir zaman;
Hiçbir kâhya, bir gündelikçi, bir çoban
Çeviremezdi ondan gizli bir dolap;
Allah gibi korkarlardı ondan, yakalanırlarsa harap
Olurdu halleri. İşin en güzel tarafı,
Gölgede bir evi vardı, çayır çimendi etrafı.
Efendisinden daha becerikliydi artırmada mülkünü,
Anladığım kadarıyla çaktırmadan tutmuştu yükünü.
Hoş görünmek için ya da huylanmasın diye,
Efendisinin mallarından yine efendisine hediye
Eder veya ödünç verirdi zaman zaman; buna karşılık,
Teşekkürler alırdı: bazen bir palto, bazen bir başlık.
Marangozluğu da vardı, çekirdekten
Yetişmişti, ustaydı gerçekten.
Bu kâhya Scot adında bir aygırı
Sürüyordu, rengi bakla kırı.
Griyle mavi arası ve uzun bir palto giyiyordu; asılıydı
Bir yanında bir kılıç, ağzı paslıydı.
Baldeswelle denen bir kasabadan, Norfolk’tan
Geliyordu, söylemeliydim çoktan.
Paltosunun etekleri beline sokuluydu
Bir frerinkiler gibi, kafilenin en gerisinden gelen oydu.
Kırmızı, tombul yüzü sivilce dolu
Bir MÜBAŞİR de bizimle gidiyordu aynı yolu.
Bir serçe kadar şehvetli, pek ateşli biriydi,
Kısıktı, ufacıktı gözleri, sanmayın iriydi.
Dipleri kabuk bağlamıştı kaşlarının, seyrek
Bir sakalı vardı. Çocukların ödünü patlatırdı onu görmek.
Civa, mürdesenk, üstübeç, katran kremleri,
Boraks, kükürt, ne varsa denemişti öteden beri,
Yanağına taht kurmuş sivilceleri temizleyememişti,
Düğme akı kabarcıkları gizleyememişti.
Âdetiydi soğan, sarmısak, pırasa yemek,
En sertinden kan kırmızı şaraplar içmek.
Abuk subuk konuşurdu kafayı çekince
Başka bir dil konuşmazdı, yalnız Latince
Bir şeyler saçmalardı, hepsi de basma kalıp
Üç beş kelime, bir kanun metninden alıp
Diline doladığı. Ne olsa bir alakargaya bir kelime
Öğretmek için Papa’ya gerek yok, ya da en büyük alime;
Bunlar zaten her gün yüzlerce kez duyduğu sözlerdi.
Biraz meseleyi kurcalayan biri anında derdi
Ki bu adamcağız iyiydi, hoş konuşuyordu
Ama “Questio quid juris”ten gerisini boş konuşuyordu.33
Tam bir serseriydi, türünün temsilcisi,
Bulunmazdı bu anlamda ondan daha iyisi.
Yalnızca bir litrelik bir şişe şarap için
Kapatma tutmasına göz yumardı bir gencin
Tam on iki ay boyu ve sonra merhamet
Edip bağışlardı, sen sağ ben selamet.
Eline geçirdi mi kendisi de kaçırmazdı hiç,
Şöyle etine buduna dolgun bir piliç.34
Zina suçuyla ocağına düşse bir çapkın,
“Baş Piskoposun gazabından korkma” derdi “sakın,
Tabii para kesende değilse ruhun,
Cezayı kesen öder, sen kurtulursun
Bu sözlerimi asla aklından çıkarma hem,
Para kesendir Baş Piskoposun bahsettiği Cehennem.”
Oysa ben pekâlâ biliyordum ki yalan
Söylüyordu: Lanetlenmekten korkmalı suçu olan.
Günah çıkarmak nasıl kurtuluş
Getirirse, Aforoz’un da diğer adıdır “Yokoluş”.
Anlayacağınız genç kızları bağışlatabilirdi isterse,
Harfiyen uygulardı kızlar o neye salık verse,
Açarlardı ona en derin, mahrem gizleri.
Tepesinde birahane önündekilerin benzeri
Büyüklükte, başını saran bir çelenk
Vardı ve elinde kalkan niyetine taşıdığı bir ekmek.
Kibar bir AFNAMECİ vardı onunla giden,
O da Charing Cross’tan, aynı aileden.33
Daha çok olmamıştı döneli Roma’dan,
Bağıra çağıra türküler söylüyordu durmadan.
“Gel aşkım, gel bana, bana gel” diyordu,
Mübaşir de ona eşlik ediyordu.
Öyle gür ses çıkarmazdı hiçbir trompet,
Afnameci’nin saçları balmumu sarısıydı, bir demet
Keten püskülü gibi tel tel ve dümdüz
Yayılıyordu omuzlarına. Yalnız
Seyrekti lüleleri, ince ince,
İplik iplik dökülüyordu. Başlığına gelince,
Onu çantasına yerleştirmişti, başına değil de:
Son moda buymuş güya ata binmede.
Limon kabuğu takkesini saymazsak başı çıplaktı,
Gözleri bir tavşanınkiler gibi patlak patlaktı.
Şapkasına kutsal bir tasvir işlemişti,
Çantası önünde duruyordu, şişkindi, genişti:
Roma’da çıkan afnameleri sıcağı sıcağına
Alıp tıkmıştı çantaya, koymuştu kucağına.
Keçi melemesini andıran ince bir sese
Sahipti. Yüzü yeni traş olmuş gibi pürüzsüzdü, köse
Sakalı hiç çıkmamıştı, çıkmayacaktı zaten.
Bir iğdiş olduğunu sanıyorum şahsen.
Onu gibi afnameci yoktu Werwick’ten Ware’e36
Dersek inanın konuşmuş olmayız boş yere.
Meryem Ana’nın peçesi dediği bir yastık
Kılıfı vardı yanında, bir sandık
İçinde taşıyordu. Ayrıca bir beze
Yelkeninden bir parça, diyordu, Aziz Peter denize
Açıldığında, İsa’yla buluşmak için. Bronz bir haç
Vardı yanında, çakıllarla bezeli, birkaç
Parça domuz kemiği, bir cam bardak
İçinde. Bu kutsal eşyalarla ağzı açık bırakacak
Bir taşra papazı bulurdu nasılsa.
Saf birini buldu mu hemen kolları sıvar, kısa
Günün kârı diye adamın bir iki aylık
Kazancını yolmadan yakasından düşmezdi artık.
Yalanlar uydurur, yağ çekerdi gündüz gece,
Maymuna çevirirdi papazı ve cemaati böylece.
Ama yiğidi öldür, hakkını ver demişler,
Kiliseye gelince değişiyordu işler;
Soylu bir din adamıydı orda. Pek çok kıssa
Anlatır, ders verirdi ve bilhassa
Offertory’ler okurdu en hoş avazıyla.37
Biliyordu çünkü şarkılarının ilahi hazzıyla
Kendinden geçirebilirse cemaati bu iş
Tam ona göreydi kazanabilirdi etek dolusu gümüş.
İşte bu yüzden ilahiler okuyordu böyle neşeli.
Hepsini anlattım size ve artık belli
Makamları, kıyafetleri, kaç kişi
Bulunduğu grupta ve herkesin ne işi
Olduğu “Tabard” adlı bu nadide
Handa ki “Bell”den sonra o gelirdi vadide.
Şimdi de sıra geldi anlatmaya
Neler yaptık herkes yatmaya
Çekilmeden önce. Hana varışımızdan başlayacağım
Ve yolculuğumuzu aktaracağım adım adım,
Baştan sona bütün hac maceramızı. Ancak,
Bu arada sizlerden bir ricam olacak:
Beni görgüsüzlükle suçlamayın lütfen,
Öyle yalın anlatırsam, bir şeyi gizlemeden
Yoldaşlarımın davranışlarını, sözlerini bir bir,
Onların ağzından çıktığı gibi hani nasıl denir:
Başkasının ağzından bir hikâyeyi nakleden kimse,
Aslına sadık kalmalı ve eğer mümkünse,
Tek bir sözcüğü bile değiştirmemeye
Gayret etmeli. Uygunsuz ya da kaba kaçar diye
Kırparsa hikâyenin gerçekliği kaybolur,
Uydurma bir şey çıkar ortaya, ayb’olur.
Anlatıcı kayırmamalı kendi öz
Kardeşini bile; aslına sadık olmalı her söz.
İsa da Kutsal Kitap’ta yalın bir dil
Kullandı ama bilirsiniz üslubu hiç de kaba değil.
Platon diyor ki, okuyan varsa bilir,
“Söz davranışın yakın akrabasıdır.”
Bir de beni bağışlayın, bir ihtimal,
Rütbe ve makam farklarını ihmal
Edersem hikâyemi anlatırken.
Anlayacağınız gibi, biraz akıl fukarasıyım ben.
Ne demiştik, hancımız bizi pek hoş karşıladı,
Odalarımızı öğrendik, akşam yemeği başladı.
Bir kuş sütü eksikti, her türlü yiyecek
Vardı soframızda, doğrusu içkilere de yoktu diyecek.
Harika bir adamdı ev sahibimiz,
Teşrifatçı olmaya layıktı aydınlık, temiz
Salonlara. Parlıyordu gözleri, kuşağı biraz genişti,
Ondan iyi Cheapside’lı bulmak sanmayın kolay işti.
Dobra dobra konuşuyordu, akıllı, bilgiliydi
Kusursuz bir erkek nasıl olursa öyleydi.
Ama her şeyden önemlisi, gönlü şendi.
Gülüşe çağrışa yemek yendi,
Hesaplar ödendi, bir süre havadan sudan
Konuşuldu ve sonra söz aldı han
Sahibi, şöyle dedi: “Kucak dolusu
Hoş geldiniz hepinize. Beyler, doğrusu
–Allah sizi inandırsın, hem ne yalan borcum var?–
Bu yıl içinde şimdi burda bulunanlar kadar
Neşeli bir kafile görmedim bu handa
Hepsini böyle bir arada, bir anda.
Çorbada benim de tuzum olsun biraz,
Aklıma bir şey geldi, etmezseniz itiraz.
Cebinizden beş kuruş çıkmayacak emin olunuz,
“Niyetiniz Canterbury, eh açık olsun yolunuz.
Mübarek Aziz Thomas yardımcı olsun size,
Fakat yola çıkmadan dostlar söylesenize,
Biter mi bu uzun, bu çileli yol,
Hikâyeler anışmadan, gülmeden bol bol?
Zaten bu kutsal yolculuk işkenceye döner,
Dut yemiş bülbül gibi herkes susarsa eğer.
Şu teklifimi diyorum bir düşünün bence,
Dediğim gibi, gerçekten uygun bir eğlence.
Aklınız yatıyorsa, hemfikirseniz,
Oyunun kurallarına uymaya söz verirseniz,
Yola koyulduğunuzda erkenden yarın
–Yemin olsun ruhu üstüne rahmetli babamın–
Kellemi veririm oyun hoşunuza gitmezse
Elinizi kaldırın yeter, konuşmasın kimse.”
Demek olmazdı tabii “Ne münasebet.”
Atla deve değildi sonuçta, ve “Evet”
Deyip kendisinden rica ettik sözlerine devam
Etmesini. “Dostlarım” dedi, “bakın, bir daha anlatmam.
Kendi iyiliğinize bir şey bu, iyi duyun
Teklifimi ve lütfen burun
Kıvırıp geçmeyin. Özetle bütün olay
Şu: Herkes bu yolculuğun daha kolay
Geçmesi için iki hikâye anlatacak, bu kadar işte,
Tabii bu yalnız Canterbury’ye gidişte.
Yolunuzun sonundaysa, dönerken bu kutsal yerden,
İki tane daha anlatacak eski günlerden.
Sonra da kim anlatırsa en iyi
Ahlak dersi veren, en hoşa giden hikâyeyi,
Diğerleri bedava bir yemek ısmarlayacak ona,
Kısmet olur da dönersek bu hana, bu salona.
Ve karar verdim ben de, her
Masrafımı cebimden ödeyip, sizinle beraber
Gelmeye. Kılavuzunuz olacağım hem,
Hem de hikâye yarışmanızda hakem.
Oyunda mızıkçılık eden hiç beklemesin affı,
Kuruşuna dek karşılar yoldaki her masrafı.
Bu şartları kabul ediyorsanız hemen
Şimdi söyleyin, lafı gevelemeden
Ki ben de yol hazırlığı yapayım bir an evvel.”
Tereddütsüz kabul ettik hepimiz, hatta bir güzel
Yemin ettik. Aynen dediği gibi
Yapmasını istedik; kısaca, liderimiz oldu han sahibi.
Bir yandan hikâyeleri değerlendirecek,
Ayarlayacaktı diğer yandan yemek
Fiyatını. Ufak tefek pürüzleri de giderdik,
Oybirliğiyle ona uymaya karar verdik
Ve kararımızı kutladık birer kadeh şarapla,
Kadehlerin ağzından süzülünce son damla,
Hiç vakit kaybetmeden odalarımıza çekildik.
Ertesi sabah erkenden, günün ilk
Işıklarıyla kalktı Hancı ve bir horoz
Gibi uyandırıp topladı hepimizi. Bir hız
Aziz Thomas Ayazması’na doğru koyulduk yola,
Ve oraya varınca verdik bir mola.
Hancımız atının dizginlerini çekip,
“Dostlarım,” dedi “dinlesin beni ekip.
Bana verdiğiniz sözü hatırlayın akşam,
Hâlâ aynı fikirdeyseniz sorun yok, devam,
Görelim ilk hikâyeyi kim anlatacak;
Ben de hakem olacağım, şöyle bacak bacak
Üstüne atıp belki birkaç bardak bira
Ve şarap içerim iyisinden, olur a!
Sözlerinin burasına yaptırımını da ekledi Hancı,
“Bütün yol masraflarını öder” dedi “isyancı.
Şimdi iş kaldı sırayı belirlemeye,
En kısa çöpü çeken başlasın hikâyeye.
Sir Şövalye,” dedi “buyrun üstadım,
Açılışı siz yapın, budur muradım.
Siz sayın Baş Rahibe’m, yaklaşın lütfen,
Üniversiteli Bey, utangaçlığı atın üstünüzden,
Okumayı da bırakın artık, haydi bu naz da ne?
Uzatın ellerinizi, çekin birer tane.”
Böylelikle efendim, kura çekimine başladık,
Tesadüf, şans, kader ne derseniz artık,
En kısa çöpü Şövalye çekti,
Hepimizin bu sonuca sevindiği gerçekti.
Anlaşma şartlarını siz de duydunuz ya,
Artık yelkenleri indirmek olmazdı suya.
İyi yürekli Şövalye gördü ki durum buydu,
Zaten ağırbaşlıydı, akıllı, uyumluydu,
O rahat havasıyla dedi ki “Duyun,
Tanrı böyle istedi, başlıyor oyun.
Şimdi oyalanmadan yola çıkalım, fakat
Kulağınız bende olsun, dinleyin beni pür dikkat.”
Söylevini tatlı bir gülümsemeyle bitirdi,
Ve şimdi anlatacağım hikâyesine girdi.
1 Zephirus, Yunan mitolojisinde Batı Rüzgârı tanrısıdır.
2 Koç Burcu Chaucer zamanında 12 Mart-11 Nisan arasıdır.
3 Aziz Thomas a Becket, 1170’te Canterbury Katedrali’nde öldürülmüş ve mezarı her sınıftan İngiliz halkı için ziyaret yeri haline gelmişti.
4 Haçlı seferleri sırasında putperestlerle Hıristiyanlar arasında bu tür yardımlaşmalar yapılıyordu.
5 Silahtar ya da Şövalye adayı (squire): usta şövalyelerin yanında yetişen çıraklara verilen addı.
6 Okçu: Emir eri diyebiliriz.
7 Aziz Christopher: Ormanların koruyucu ermişi.
8 Aziz Loy, kutsal eşyalar üzerine yemin etmeyi reddeden Eligius. Yakışıklılığıyla tanınan, kuyumcuların koruyucu azizi. Ona edilen yeminler pek hafif ya da hiç edilmemiş sayılırdı.
9 Baş Rahibe İngiltere’de konuşulan Paris diline göre ikinci sınıf sayılan bir Fransızca konuşuyordu.
10 Rahibelerin hayvan beslemeleri yasaktı.
11 Latince: “Aşk her şeyi yener.”
12 Aziz Benedict, kendi adıyla anılan Benedikten mezhebinin kurucusu, Aziz Maure ise onun mürididir.
13 Augustin: Hippo papazı (İ.S.430). Keşişlere fiziki çaba isteyen işlerde çalışmalarını öğütlemişti.
14 Önce kızları kirletiyor, sonra da masraflarını ödeyip onları evlendiriyordu.
15 Bir papaz bir kimseyi bağışlamadan önce günahkârın samimi pişmanlığından emin olmalıydı.
16 Frer (Friar) denen bu rahiplerin belli dilenme bölgeleri vardı, bu bölgeler için vergi öderlerdi.
17 Frer’lerin geleneksel selamlaşmaları: Yuhanna’ya Göre İncil’in girişindeki “Önce söz vardı”nın Latince’sinden (In principio erat verbum) kısaltma.
18 Bu deniz yolu İngiltere’nin yün ticareti için çok önemliydi.
19 Altın taşı, adi metalleri altına çevirdiğine inanılan bir taştı; o devirlerde simya felsefecileri epey meşgul ediyordu.
20 “Büyük Avlu”: Katedral veya kilise önündeki avlu. Avukatlar ve müşterilerinin buluşma yeriydi.
21 Epikür (İ.Ö. 342-270) Yaşamı haz üzerine kurmayı savunan Yunanlı filozof.
22 Misafirperverliğiyle ünlü ermiş.
23 Bu kişiler farklı mesleklerden oldukları için dernekleri daha çok sosyal bir dernek niteliğindeydi.
24 Hull bir İngiliz limanıdır, Cartage da İspanya’nın Cartagena limanı olmalı.
1 comment