Hacı adaylarımız arasında yer alan ve tam beş koca eskittiğini, altıncısının başı üstünde yeri olduğunu söyleyen Bathlı Kadın’ı bu bilgilerin ışığında sanırım daha iyi anlayabiliriz. Dönemin İngiltere’sinde kadın erkek arasındaki denge kadınların aleyhineydi. Kilise bir yandan evlilik kurumunu korumaya çalışıyor ama diğer yandan bu amaçla koyduğu evlilik konusundaki kuralla “aile”lere zarar veriyordu. Örneğin, Kilise’ye göre dördüncü dereceden bir akrabalık dahi evliliğin feshini gerektirdiği için birkaç yılın sonunda karısından bıkan koca uydurma bir akrabalık iddiasıyla karısından kurtulabiliyordu. Romanslarda “saray usülü aşk” (courtly love: şövalye aşkı: genellikle evli, ulaşılması imkânsız bir kadına duyulan platonik aşk) geleneklerine göre yüceltilen kadın günlük hayatta sık sık aşağılanıyordu. Coulton’ın kaynakçada belirtilen kitabına yaptığı bir alıntıda yazar bir kadının tekme tokat dövülüşünü, kalan ömrünü kırık bir burunla geçirmek zorunda kalışını anlattıktan sonra şöyle bir sonuca varıyor: “işte kadın kocasına yaptığı kötülük ve söylediği kötü sözlerden dolayı bu şekilde cezalandırıldı. Bu nedenle, kadın acılara sabırla katlanmalı, söz hakkını ve idareyi kocasına bırakmalıdır.” (s. 191) Yani, dönemin güncel sorunları arasında bir de kadın sorunu vardır ve bu şartlarda Bathlı Kadın’ın bir feminist olarak ortaya çıkması çok normaldir.

Sonuç olarak, şair oldukça karmaşık bir dünyada yaşamıştır. Bir yandan insanı yücelten saraylar, yine insanı ve Tanrı’yı yücelten muhteşem kiliseler inşa ediliyor, diğer yandan acımasız politik oyunlar sergileniyor, insanlar insanlık dışı hareketlerin, hastalıkların ve yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlardı. Her ne kadar Chaucer’ın bir saray adamı olduğu, bundan dolayı toplumsal sorunlardan uzak durduğu ya da en azından dostu Gower kadar doğrudan ve can alıcı eleştiriler yapamadığı söyleniyorsa da Canterbury Hikâyeleri şairinin daha kucaklayıcı bir yaklaşımla hem “mutlu İngiltere”nin hem de ülkedeki en derin ıstırapların soğukkanlı gözlemcisi olduğuna tanıklık eder. “Beşikteki bebeğin üstünde tepinen domuz”dan, “altına aldığı kurbanına tecavüz eden diktatör”den, “kanun koyucuların kendi kanunlarına önce kendilerinin uymaları gerektiği”nden söz eden mısralar sanırım başka türlü açıklanamaz.

Dönemin Edebiyatı

Ortaçağ, İtalya’da Dante, Boccacio ve Petrarca gibi büyük şairler yetiştirmiştir. İngiltere’deyse Chaucer’a kadar onlarla eşdeğerde bir şair ve onların eserleriyle karşılaştırılabilecek bir eser çıkmamıştı. Ülkedeki Ortaçağa ait eserlerin belli başlıları şunlardır: 1200’lü yıllarda meydana getirilmiş, ayinlerde okunan bazı kutsal sözlerin tercümelerinden oluşan Ormulum, bir papazın kilise yakınındaki üç kadına verdiği öğütlerden oluşan Ancrene Riwle, değişik günahları ele alan manzum hikâye Handlyng Sinne ve 1340’ta yazılan ve cehennem azaplarını ayrıntılarıyla tasvir eden Pricke of Conscience dini yazılar başlığı altında gruplayabileceğimiz eserlerdir. Dini olmayan eserler arasında bazı lirikleri, vatanseverlik şarkılarını, yılbaşı ve Paskalya şarkılarını sayabiliriz. Baykuş ve bülbülün, hangisinin sesinin daha iyi olduğuna dair atışmalarını konu alan The Owl and the Nightingale de bunlar arasındadır. Bunların yanısıra küçük bir çocuğa ağıt olarak yazılmış Pearl ve meşhur Kral Arthur’un Yuvarlak Masa şövalyelerinden Sör Gawain’in günahın ayartmalarına karşı direnmesini işleyen Sir Gawain and the Green Knight, Kilisedeki yolsuzlukları hedef alan The Vision of Piers Plowman (bu eserin yazarı Langland da adıyla anılmayı hak eder) ve Gower’ın yazdığı Confessio Amantis dönemin unutulmaması gereken eserleridir.

Bütün bunlar içinde Fransızca, Latince ve İngilizce olarak yazan Gower’a karşılık yalnızca İngilizceyi tercih eden Chaucer’ın eserleri şairin dili kullanmadaki ustalığı, yararlandığı kaynaklara kendi üslubunu başarıyla verebilmesi ve özellikle de olgunluk dönemi ürünü olan Canterbury Hikâyeleri’nde görülen çok renkli, canlı, gerçekçi ve esprili anlatımıyla öne çıkar. Yine de Chaucer’ın dönemin geleneklerinden tamamen kopup birdenbire, yepyeni bir tarzda yazmış olduğu düşünülemez. Aksine onun eserlerinde yazılı ve sözlü edebiyatın neredeyse bütün türlerine ve özelliklerine rastlamak mümkündür. Ortaçağ şiirinin ortak özellikleri kabaca şunlardır:

Her şeyden önce, bu dönemde bir şairin bir başkasından hikâye-ler ödünç alması, bunları istediği gibi değiştirmesi ve hatta dilediği bölümleri dilediği uzunlukta olduğu gibi nakletmesi günümüzden farklı olarak çok normal karşılanıyordu. Bu yüzden Chaucer’ın hikâyelerinin konu açısından başka hikâyelere büyük ölçüde benzediğini görmek bizi şaşırtmamalıdır.

Ortaçağa ait bir şiirin şiir içindeki anlatıcısı ile şair arasında bir bağ vardır. Bunun nedeni okuyucu ya da dinleyicilerin tanıdık dünyadan bağlarını tamamen kesmelerini önleme düşüncesi olabilir.

“Saray usulü aşk” bu dönem şiirlerinde özellikle de romanslarda önemli bir yer tutar.

Hikâyeler genellikle didaktik amaçlıdır ve hepsinin sonunda bir “kıssadan hisse” bulunur.

Hikâyelerde büyü ve astrolojiye oldukça önem verildiği görülür.

Hikâyeler tarih hakkındaysa bunlarda anlatılan geçmiş zamanın özelliklerini görmeyi ummak boşunadır. Çünkü Ortaçağ insanı için tarih insanlar ve onların yaptıklarıdır; geçmişin dikkatli bir şekilde yeniden yaratılması veya sebep-sonuç ilişkilerinin ortaya konmasını bekleyemeyiz.

Doğa manzaraları da aynı şekilde genelleştirilerek verilir. Nesneler gerçek oranlarında resmedilmez, herhangi bir şeyin büyüklüğünü o şeyin ne derece vurgulanmak istendiği belirler.

Hikâyelerde karakterler birey değil tipler halinde sunulabilirler. Örneğin kitabımızdaki “Toprak Ağası’nın Hikâyesi”nde Dorigen iffetli kadınların uzun bir listesini çıkarır.

Son olarak, karakterler konuşurken diyalog birden kesilip konuşmacı muhatabına değil de genelde tüm insanlara yönelik uzun bir tirada başlayabilir.

İşte bütün bu özelliklere Chaucer’ın eserlerinde de rastlamak mümkündür.

Chaucer’ın Eserleri

Chaucer’ın eserlerini (a) Fransız, (b) İtalyan etkisinde yazdıkları ve son olarak da (c) İngilizlere has özellikler gösterenler şeklinde üç grupta incelemek gelenek haline gelmiştir.

Dönemin İngiltere’sinde Fransızca’nın ne kadar önemli bir yer tuttuğunu belirttik. Böyle bir ortamda Chaucer’ın da sanat yaşamına Fransızca’dan tercümeler yaparak başlaması çok normaldi. Bu gruptaki eserler arasında rüya-şiir geleneğinde yazılmış Roman de la Rose (Gülün Romansı) şaire ilk övgüleri kazandırmıştır. 1369’da John of Gaunt’un birinci karısı Düşes Blanche’ın ölümü üzerine yazdığı Book of the Duchess (Düşes’in Kitabı) şairin özgün eseridir. Fransız geleneğine sıkı sıkıya bağlı kalınarak yazılmış olan bu eserin çok gerçekçi bir üslupla anlatılan av sahnesinde ve son derece stilize bir rüya-şiirin yumuşak bir ağıta dönüştürülmesinde Chaucer’ın dehası göze çarpar. Chaucer’ın on yıl sonra yazmaya başladığı ama tamamlamadan bıraktığı House of Fame (Şöhret Evi) yine Fransız rüya-şiir geleneği içindedir. Bir farkla ki şair bu kitabı yazdığı sıralarda İtalya’ya gitmiş ve orada tanıştığı “gerçekçi” anlatımı kendine yakın bulmuştur.