Hikâyeler arasındaki bağlantıyı hacı adaylarının birbirlerine sataşmaları ve hikâyeler hakkında yapılan yorumlar sağlar.

Ayrıca, bazı adaylar birbirlerinin mesleklerini hedef alan hikâye-ler anlatırlar (örneğin Frer’in hikâyesinin kahramanı bir mübaşirdir ve Mübaşir de kahramanı bir frer olan bir hikâye anlatır. Aynı şekilde Değirmenci’nin hikâyesinde bir marangozla alay edilir ve marangozluktan yetişme Kâhya da bundan alınıp bir değirmenciden bahseden hikâyesini anlatır). Ayrıca Üniversiteli, Bathlı Kadın, Tüccar ve Toprak Ağası’nın hikâyeleri evlilik ve karı-koca ilişkileri etrafında döner. Böylelikle hikâyeler arasında bir bağ kurulur ve bir bütünlük oluşturulmaya çalışılır. Aslında hikâyelerin kesin sırası belli değildir; değişik kaynaklarda değişik sıralamalar yapılmaktadır, bizim burada izlediğimiz sıra Ellesmere sıralamasıdır.

Hikâyelerle ilgili bir diğer bütünleyici özellik eserin yarım kalmasından kaynaklanan tutarsızlıklar dışında anlatılan hikâyelerin anlatıcıların karakterlerine oldukça uygun olmalarıdır. Öyle ki okuyucuda hikâyelerin, geleneğin tersine, çerçeve hikâyedeki karakterleri daha iyi tanımlamak amacıyla anlatıldığı duygusu uyanır. Chaucer’ın, döneminin hemen bütün edebi türlerini kullandığını söylemiştik. Canterbury Hikâyeleri de Ortaçağa has romans (feodal düzene uygun, kahramanları asiller sınıfından olan, şövalye aşklarını konu alan hikâyeler), fabliau (genellikle dolambaçlı kandırmalara dayalı, kahramanlarını orta ve alt tabakadan alan manzum güldürü hikâyeleri), efsaneler, hayvan hikâyeleri, mock-heroic denilen ve şövalye hikâyeleriyle alay eden değişik türlerin özelliklerini gösterirler. Meraklı bir okumaya engel olmamak amacıyla hikâyelere fazla ayrıntıya girmeden ve kitabımızdaki sıraya göre kabaca göz atalım.

“Şövalye’nin Hikâyesi” aynı kadına âşık iki prensi konu alır. Adından da anlaşılacağı gibi romans tarzındadır. Chaucer hikâyeyi klasik Yunan dönemine yerleştirir, fakat bu hikâyede 14. yüzyıl İngiltere’siyle ilgili pek çok özelliği gözlemlemek mümkündür.

Değirmenci, Kâhya ve Aşçı’nın hikâyeleri kendilerinden önce gelen “Şövalye’nin Hikâyesi”yle taban tabana zıttır. Önceden de belirttiğimiz gibi bu bilinçli bir sıralamadır. Değirmenci karısı tarafından aldatılan yaşlı bir marangozla alay eder ve Kâhya’nın hikâyesi kendisini kül yutmaz sanan bir değirmencinin iki öğrenci tarafından kötü duruma düşürülmesini anlatır. Aşçı’nın hikâyesi yarım kalmıştır, fakat son mısradan onun da pek nezih bir hikâye olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hikâyeler fabliau türüne girer. Oldukça kaba olayları konu almalarına rağmen hikâyelerin sonunda bir tür ahlak dersi yer alır. Asıl kaynakları tesbit edilememekle beraber dönemin Avrupa’sında Değirmenci ve Kâhya’nın hikâyesine benzer birçok hikâyeye rastlanır.

“Avukat’ın Hikâyesi” Hıristiyan azizlerine benzetilen Constance’ın ıstıraplarını konu alır. Çoğu zaman gerçekçi karakterler yaratan Chaucer’ın karakteri daha çok geleneksel Ortaçağ tarzında, nerdeyse Metanet’in alegorik bir sembolüdür.

“Gemici’nin Hikâyesi” halk içinde yaygın olarak bilinen bir “fabliau”dur. Bir tüccarın bir frer tarafından iki kez aldatılmasını konu alan bu hikâye için bilinen en iyi kaynak Decameron’dur.

“Baş Rahibe’nin Hikâyesi” ondan önce gelen Gemici’nin kaba hikâyesiyle tam bir zıtlık içindedir. Hıristiyan çocukların Yahudiler tarafından öldürülüşünü konu alan bu tür hikâyeler Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden beri biliniyordu. Bir baş rahibenin dinî hoşgörüyle bağdaşmayan bu tür bir Yahudi düşmanlığını dile getirmesi kuşkusuz şaşırtıcıdır ama Hussey bunun daha erken devirlere dayandığını, 1200’lerde İngiltere’den kovulan Yahudilerle Baş Rahibe’nin herhangi bir doğrudan temasının olamayacağını ve hikâyedeki düşmanlığın gelenekten kaynaklandığını belirtmektedir. Konunun duygusallığı, anlatım özellikleri, hikâyenin dinleyenler üzerindeki etkisi Chaucer’ın Baş Rahibeye duyduğu saygıyı göstermektedir. Bu hikâyenin çocukça efsanelere yöneltilmiş bir hiciv olduğu tezi bu nedenle önemsenmemelidir.

“Sör Topaz Hikâyesi” Chaucer tarafından anlatılır. Hancı’nın kendisinden bir hikâye istemesi üzerine bütün bu muhteşem Canterbury hikâyelerinin yaratıcısı Chaucer son derece alçakgönüllü bir ifadeyle şiirden anlamadığını ama ezberindeki bir şiiri okuyacağını belirtir. Tabii bu “Genel Giriş” bölümünde çizdiği kendi portresiyle uyum içindedir. “Sör Topaz Hikâyesi” kuşların ve ağaçların, yiyeceklerin ve giysilerin bitmek bilmez bir listesini yapan, insanların dış görünüşlerini uzun uzun tasvir eden, kahramanların savaş ve barış zamanlarındaki basmakalıp maceralarını anlatan, yine duygusallıkla yüklü, klişeleşmiş ahlak dersleri veren niteliksiz romanslara yöneltilmiş bir hiciv olarak değerlendirilmiştir. Ama son dönemlerde hikâyenin bir de sosyal hiciv yanı olduğu, Fransız ve İngiliz saraylarında sık sık alay konusu olan Flaman şövalyeleriyle alay etme amacını güttüğü kanısı yaygınlık kazanmıştır.

Ne var ki Hancı bu alaycı söyleyişin farkına varamaz ve Chaucer’a şiirinin üç kuruş bile etmeyeceğini söyler. Bunun üzerine Chaucer bir eleştirmenin deyişiyle oldukça sıkıcı bir hikâye olan “Melibee’nin Hikâyesi”ni “nesir diliyle, yani düzsözle” anlatarak intikamını alır.