Bunu söylerken okuyucuların bana inanacaklarına güveniyorum; yalnız genel karakter yapımı göz önünde bulunduracakları için değil, aynı zamanda şu nedenle güveniyorum: Öykünün baştan sona yazılış yöntemi, yazılmasında etken olan öfke, temelindeki acıma ve küçümseme duyguları, romanda, herkesin görebileceği gibi, benim sırf çevrenin dış koşullarında yer alan bu sefalet ve çirkinliğe ne kadar nesnel yaklaştığımı kanıtlamaktadır.
Casus’u yazmaya, ondan apayrı bir roman olan ve Latin Amerika’nın bizden çok uzak havasını taşıyan Nostromo ile son derece kişisel bir kitap olan The Mirror of the Sea (Denizin Aynası) üzerinde iki yıllık sıkı bir çalışma döneminin ardından başladım. Nostromo yoğun bir yaratıcı çabanın ürünüdür ve sanırım hep benim en geniş kapsamlı romanım olarak kalacak. The Mirror of the Sea ise denizlerin derin gizlerini bir anlığına aralamayı ve bunların neredeyse ömrümün yarısı süresince kişiliğimi biçimlendiren etkilerini tüm içtenliğimle gözler önüne sermeyi amaçlayan bir çalışmadır. O dönem, aynı zamanda benim gerçeklik anlayışımın çok büyük bir yaratıcılık ve duygu yoğunluğuyla iç içe olduğu bir dönemdi; hayal gücüm ve duygularım gerçeklerden bir an bile kopmuyordu. Ama gene de, bu kitapları bitirir bitirmez kendimi terk edilmiş, beş duyumun kof algıları arasında amaçsız kalmış, daha düşük değerlere sahip başka bir dünyada kaybolmuş gibi hissetmeye başladım.
O sırada hayal gücümde, insanlara ilişkin görüşümde, zihinsel tutumumda gerçekten bir değişiklik isteyip istemediğimi bilmiyorum. Öyle sanıyorum ki, ben farkına varmadan temel mizacımda bir değişiklik gerçekleşmişti bile. Ben kesin bir şeyler hissettiğimi hatırlamıyorum. The Mirror of the Sea bittiğinde, kitabın her satırında hem kendime, hem de okurlarıma karşı dürüst davrandığımın iyice bilincinde olduğumdan, bir süre yazmaya ara verdim. Mutlu geçtiği söylenebilecek bu aradan sonra, deyim yerindeyse, hâlâ boş boş otururken (ve kesinlikle yazacak çirkin bir şeyler bulayım diye özel bir arayış içinde değilken), bir gün bir sohbet sırasında, nasıl oldu bilmem ama, söz dönüp dolaşıp anarşistlerden, daha doğrusu anarşi eylemlerinden açıldı; Casus’un konusu (öyküsü, demek istiyorum), işte o gün arkadaşımın söylediği birkaç kelimeden çıktı.
Ancak benim de, öğretisi, eylemleri ve düşünce biçimiyle tüm anarşist etkinliklerin çıkmaz bir yol olduğundan söz ettiğimi, acınacak bir davranışla hep kendi kendini yok etmeye can atan insanoğlunun acılarından, aşırı safdilliğinden yararlanan bu arsız sahtekârların takındıkları çılgınca pozun alçaklığına değindiğimi hatırlıyorum. Benim gözümde, anarşistlerin öne sürdükleri felsefi bahaneleri kesinlikle bağışlanmaz yapan işte buydu. Az sonra birtakım anarşik olay örneklerine geçilince, aklımıza Greenwich Gözlemevi’nin o sırada artık eskimiş bulunan havaya uçurulma öyküsü geldi; bu kanlı girişim öylesine boş bir çılgınlıktı ki, temelinde yatan nedenlere mantıklı, hatta mantıksız hiçbir düşünce süreciyle ulaşılamazdı. Çünkü çarpık mantıksızlığın da kendine göre akıl yürütme süreçleri vardır. Ama Greenwich’teki şiddet eylemini akıl yoluyla kavramak kesinlikle mümkün değildi; o zaman da somut bir gerçek olarak geriye, anarşist ya da herhangi başka bir düşünceyle en ufak benzerliği bulunmayan boş bir amaç uğruna paramparça olmuş bir adam kalıyordu. Gözlemevi’nin dış duvarında en hafif bir çatlak bile görülmemişti.
Bütün bunları arkadaşıma anlattım; bir süre sessiz kaldı, sonra, kendine özgü rahat, her şeyi bilir tavırla, “Adam yarım akıllı biriymiş. Kız kardeşi olayın ardından intihar etmiş,” dedi. Aramızda bunun dışında tek kelime geçmedi, çünkü bu beklenmedik bilgi karşısında duyduğum büyük şaşkınlık yüzünden bir an dilim tutulmuş, o da hemen başka bir şeyden söz etmeye başlamıştı. Sonradan, bunları nasıl öğrendiğini sormak hiç aklıma gelmedi. Eminim ki, ömründe bir kez bir anarşisti sırtından görmüşse eğer, yeraltı dünyasıyla tüm bağlantısı bununla sınırlı olmalıydı. Ama arkadaşım her tür insanla konuşmayı seven bir adamdı ve bu aydınlatıcı bilgileri ikinci ya da üçüncü elden, sokak ağızlarını süpüren bir çöpçüden, emekli bir polis memurundan, üyesi olduğu kulüpteki karışık kafalı birinden ya da belki resmi ya da özel bir davette rastladığı bir bakandan da edinmiş olabilirdi.
Kuşkusuz bu bilgiler olayı iyice aydınlatmıştı. Şimdi kendimi orman içinden düz ovaya çıkmış gibi hissediyordum, ortalıkta görülecek fazla bir şey yoktu, ama her yer ışık içindeydi. Evet, görülecek fazla bir şey yoktu ve açıkçası ben de, epeyce uzun süre bir şeyler görmeye bile çalışmadım. Bütün bunlardan geriye aklımda yalnızca bir aydınlanma izlenimi kalmıştı. Bu izlenim zihnimdeki doyurucu niteliğini koruyordu, ama hareketsizdi. Derken bir hafta kadar sonra elime bir kitap geçti; bildiğim kadarıyla hiçbir zaman pek fazla dikkat çekmemiş olan bu kitapta, 80’li yıllarda Londra’daki dinamitli terör eylemlerinin yapıldığı sıralarda göreve getirilen bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı anılarını anlatıyordu kısaca. Müdür Yardımcısı, karakterinin koyu dindar bir yanı bulunan, belli ki yetenekli bir adammış; kitabı epey ilgi çekiciydi ve sözlerini büyük bir dikkatle seçerek yazıyordu elbette; ama şimdi içeriğinin çoğunu unuttum. İçinde öyle bilinmedik önemli açıklamalar yoktu, yazar olayların yüzeyinde tatlı tatlı dolaşıyordu, o kadar. Beklenmedik anarşik bir eylemin ardından, yazarın (adı Anderson’dı sanırım) İçişleri Bakanı ile Avam Kamarası’nın bekleme salonunda yaptığı kısa bir konuşmayı aktaran yedi satırlık küçük bir bölümün neden aklıma takılıp kaldığını bile burada açıklamaya çalışmayacağım. O sırada içişleri bakanı Sir William Harcourt’tu sanıyorum. Bakan bey çok sinirliydi, Genel Müdür Yardımcısı da alttan alıp özür diliyordu. Aralarında konuşulan üç cümlede benim dikkatimi en çok çeken, Sir W.
1 comment