Harcourt’un şu kızgın, alaycı sözü olmuştu: “Bütün bunlar iyi hoş, ama Genel Müdürlük’te sizin gizlilikten anladığınız şey, edindiğiniz bilgileri İçişleri Bakanı’ndan saklamak galiba.” Sir W. Harcourt’un mizacına uygun, ama anlamca öyle ahım şahım bir yanı bulunmayan bir söz. Ama gene de tüm bu görüşmenin beni etkileyen bir havası olmalıydı, çünkü birdenbire hayal gücümün harekete geçtiğini hissettim. Sonra da zihnimde, kimyacıların en iyi biçimde, bir deney tüpüne, uygun türden küçücük bir damla kimyasal madde eklenince tüpteki renksiz sıvının kristalleşme sürecinin hızlanması benzetmesiyle anlayacakları bir süreç başladı.

Zihnimde önce, sakin duran hayal gücümü uyarıp harekete geçiren bir değişiklik oldu; hayalimde dış hatları keskin, ama anlamını iyi kavramadığım tuhaf görüntüler beliriyor, tıpkı o tüpteki beklenmedik acayip şekilli kristaller gibi dikkatimi üzerlerine çekiyorlardı. Bu durum karşısında uzun uzun düşünmeye başladım. Geçmişe bile döndüm: Hoyrat güneşi ve kanlı ihtilalleriyle Güney Amerika’yı; uçsuz bucaksız tuzlu sularında göklerin öfke ve sevincini, yeryüzünün tüm ışığını yansıtan denizleri düşündüm. Derken gözlerimin önünde koskoca bir şehir belirdi; insan eliyle yaratılmış gücü sayesinde göklerin öfke ve sevincini hiçe sayan, yeryüzünün ışığını zalimce yutup tüketen, bazı kıtalardan çok daha kalabalık, dev bir şehir. Bu şehirde her türlü öyküye ortam olabilecek kadar bol yer, tüm güçlü duyguları barındırabilecek derinlik, her türlü olaya uygun düşecek farklılıkta toplumsal bir çevre, beş milyon kişiyi gömmeye yetecek kadar da karanlık vardı.

Bundan sonraki süreçte bu şehir, karşı konulmaz bir biçimde derin ve kararsız düşüncelerimin değişmez art alanı oldu. Önümde her yandan yeni ufuklar açılıyordu. Bunlar arasında doğru yolu bulmak yıllar alırdı! Gerçekten de bana yıllar almış gibi geldi!.. Winnie Verloc’un annelik tutkusuna ilişkin inancım, kendimle bu art alan arasında yavaş yavaş gelişip güçlendi, gizli ateşiyle şehrin ortamına sıcaklık katan, karşılığında kendisi de o ortamın karanlık renklerinden biraz etkilenen bir aleve dönüştü. Sonunda Winnie’nin öyküsü, çocukluk yıllarından ölümüne kadar baştan sona ortaya çıkmıştı, gene de her şey henüz taslak halindeydi, oranlar daha yerli yerine oturmamıştı, ama öykü artık ele alınmaya hazırdı. Bütün bunlar aşağı yukarı üç gün içinde gerçekleşti.

Bu kitap, başa çıkılabilir boyutlara indirilmiş biçimiyle işte o öyküyü anlatıyor; olayların gelişme süreci, ilhamını Greenwich Park’taki bombalamanın anlamsız acımasızlığından almış, tüm gelişmeler onun çevresinde toplanmıştır. Önümde, çetin demeyeceğim ama, son derece dikkat isteyen güç bir iş vardı. Ancak güç de olsa yapılmalıydı. Yapılması gerekiyordu. Winnie Verloc’un etrafında kümelenen ve onun “hayat fazla kurcalamaya gelmez,” yolundaki kuşkusuyla doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili bulunan bütün kişiler, romanda her şeyden önce bu gerekliliğin ürünüdürler. Şahsen ben, Winnie Verloc’un öyküsünün gerçekliğinden hiçbir zaman kuşku duymadım; ama öykü, o koskoca şehrin içindeki belirsizliğinden kurtarılıp inandırıcı bir duruma getirilmeliydi. Kadının kişiliği bakımından değil de, daha çok yaşadığı çevre bakımından; ruhsal durumu açısından değil de, insanlığı açısından inandırıcı olmalıydı demek istiyorum. Çevreyi inandırıcı yapmak için aklıma bir sürü şey geliyordu. Londra’daki ilk günlerimde, geceleri şehrin her yerinde tek başıma yaptığım yürüyüşlerden kalma anılarım vardı; bunları bütün gücümle zihnimden uzak tutmaya çalıştım, çünkü şimdiye kadar en ciddi duygu ve düşünceler içinde yazdığım bu kitabın sayfalarını birbiri ardından bitirirken, anılarımın doludizgin atılıp onları altüst etmelerinden korkuyordum. Bu açıdan bakınca, Casus’un gerçeği tam anlamıyla yansıtan bir eser olduğunu söyleyebilirim. Böyle bir konuya ironik bir yöntem uygulamayı amaçlayan salt sanatsal yöntemi bile dikkatle hesaplayarak tasarlamış, söylemek zorunda kalacağım her şeyi, aşağılayıcı ya da acıyan bir tavırla ancak ironik bir yaklaşımla söyleyebileceğime içtenlikle inanmıştım. Bu kararı verdikten sonra bunu sonuna kadar uygulayabilmiş olmak (gerçekten uygulayabildim gibi geliyor bana), yazarlık hayatımın sevindirici olaylarından biridir. Öykünün –Winnie Verloc’un öyküsünün– mutlak gereği olarak Londra’nın art alanında öne çıkan kişilere gelince: onlar da bana bir eser yaratmaya çalışan herkesin zihnine doluşan bütün o bunaltıcı kuşkular karşısında gerçekten çok önemli, küçük mutluluklar yaşattılar. Örneğin, bilgi ve deneyim sahibi birinin, abartılmaya çok yatkın bir kişi olan Vladimir hakkında bile, “Conrad ya diplomatlar dünyasıyla temasta olmalı ya da son derece iyi bir sezgisi var,” dediğini duyduğumda çok sevindim, çünkü bunu söyleyen kişi Vladimir’i “sadece ayrıntılar açısından inandırıcı” bulmakla kalmamış, onu “temel nitelikleri bakımından da” gerçeğe uygun bulmuş. Sonra, Amerika’dan gelen bir konuğun bana söylediğine göre New York’ta her türden bir sürü göçmen anarşist, kitabın kendileri hakkında çok şey bilen biri tarafından yazıldığı düşüncesindeymiş. Aslında o tür insanları, bana Casus’u yazma fikrini ilk veren bilgiç arkadaşımdan bile daha az tanıdığım göz önüne alınırsa, bu bana çok büyük bir övgüymüş gibi geldi. Ancak kitabı yazdığım sırada öyle anlar oldu ki, kendimi kesinlikle aşırı bir ihtilalci gibi hissettim; onlardan daha inançlıydım demeyeceğim, ama onların tüm ömürleri boyunca gösterdiklerinden daha yoğun bir çaba içinde olduğumu ileri sürebilirim. Bunu övünmek için söylemiyorum.