Ben sadece işimi iyi yapmaya bakıyordum. Bütün kitaplarımı yazarken kendimi hep işime vermişimdir. Casus’u da kendimi tam anlamıyla işime vererek yazdım. Bu sözüm de övünmek için değil. Zaten başka türlü davranamazdım. Yazarlık oyunu oynamak dayanılmaz derecede sıkıcı gelirdi bana.

Romandaki gerek yasalara saygılı, gerekse yasadışı işler yapan kişilerden bazılarını yaratırken değişik kaynaklardan yararlandım; kimi okurlar öykünün orasında burasında bunların birkaçını fark edip tanımış olabilirler. Tanınmaları zaten çok güç değil. Ama ben burada bu kişilerden hiçbirini haklı göstermeye çalışmıyorum; suçlularla polisler arasındaki ilişkilere ahlak açısından yöneltilen tepkiler konusundaki genel görüşüme gelince, bu tepkilerin bile en azından tartışılabilir olduğunu söylemekle yetineceğim.

Kitabın yayımlanışından bu yana geçen on iki yıl, tutumumda bir değişiklik yaratmadı. Casus’u yazdığıma pişman değilim. Son günlerde, bu Önsöz’ün genel anlamıyla hiçbir ilgisi bulunmayan birtakım koşullar beni yıllar önce insan içine çıkabilmesi için bu öyküye binbir güçlükle dikip giydirdiğim öfkeli ve aşağılayıcı edebi kostümü sırtından çıkarmaya zorladı. Deyim yerindeyse, romanın çıplak kemiklerine bakmak zorunda kaldım. İtiraf edeyim ki, o zaman karşıma korkunç bir iskelet çıktı. Ancak gene de şunu belirtmek isterim: Winnie Verloc’un tam bir kargaşa, yıkım, çılgınlık ve umutsuzluk içinde biten öyküsünü anlatırken (burada belirttiğim biçimde anlatırken) amacım insanların duygularını boş yere sarsarak yaralamak değildi.

1920, J. Conrad

Bölüm 1

Bay Verloc sabah evden çıkarken dükkânının başına sözüm ona kayınbiraderini bıraktı. Bunu yapmakta bir sakınca görmüyordu, çünkü dükkânda hiçbir zaman fazla iş olmaz, akşamdan önce ise neredeyse hiç kimse uğramazdı. Bay Verloc’un bu göstermelik işe pek önem verdiği yoktu. Ayrıca karısı, kardeşine sürekli göz kulak oluyordu.

Dükkân küçüktü, ev de öyle. Londra’da daha yapıların yenilenme dönemi başlamadan önce her yanda görülen şu rengi kararmış tuğla evlerden biriydi ev. Dükkân, cephesi küçük cam bölmelerden oluşan vitriniyle, kare biçiminde kutu gibi bir yerdi. Kapısı gündüzleri hep kapalı kalır, akşamları ise hafifçe ama kuşku uyandıracak biçimde aralık dururdu.

Vitrinde yarı çıplak dansöz fotoğrafları, ilaç kutularını andıran, ne olduğu belirsiz paketler; kalın siyah rakamlarla iki buçuk şilin fiyat yazılı ağzı kapalı, incecik sarı zarflar; sanki kurutmak için ipe asılmış, çok eski birkaç Fransız mizah dergisi; kir pas içinde mavi porselen bir tas, abanoz ağacından yapılma bir kutu, sabit mürekkep şişeleri ile lastik ıstampalar, adları müstehcenlik çağrıştıran birkaç kitap; Meşale gibi, Çan Sesleri gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan, kötü basılmış, adını pek kimsenin duymadığı bazı gazetelerin eski oldukları anlaşılan birkaç sayısı vardı. Vitrini aydınlatan iki havagazı lambası, belki tutumlu olmak için, belki de müşteriler düşünülerek hep kısık yanardı.

Müşteriler ya vitrinin çevresinde bir süre dolaştıktan sonra usulca içeri giren genç delikanlılardı ya da genellikle paraları yokmuş gibi görünen, daha ileri yaşta erkekler. Bu ikinci tür müşterilerden bazıları, paltolarının yakalarını bıyıklarına kadar kaldırırdı; çok giyilmiş ve pek pahalı değilmiş gibi görünen pantolonlarının paçalarında çamur izleri olurdu. Genellikle pantolonların içlerindeki bacaklar da pek ahım şahım şeyler değildi sanki. Bu adamlar elleri paltolarının derin yan ceplerinde, çıngırağın çalmasından korkarcasına, önce bir omuzlarını ileriye uzatarak yan yan içeri süzülürlerdi.

Kapıya ince, kıvrık bir çelik şeritle tutturulan bu çıngırağı aşabilmek çok güçtü. Onulmaz bir biçimde çatlaktı çıngırak, ama akşamları en ufak bir sarsıntı karşısında, müşterinin arkasından şiddetli bir öfkeyle küstah küstah çalardı.

Çıngırak çalınca, arkadaki oturma odasında işareti alan Verloc, çam ağacından yapılma boyalı tezgâhın gerisindeki tozlu cam kapıdan aceleyle ortaya çıkardı. Gözleri doğuştanmış gibi hep uykuluydu; üstünde, tam giyinik durumda, yapılmamış bir yatakta bütün gün keyif çatmış birinin hali olurdu. Başka biri, böyle bir görünüşün kendi çıkarlarına kesinlikle aykırı olduğunu düşünürdü. Perakende satış yapan işyerlerinde pek çok şey, satıcının sevimli, cana yakın görünmesine bağlıdır. Ancak Verloc işini iyi bilen, dış görünüşüne ilişkin estetik kaygıları bulunmayan bir adamdı. Müşteriye çok kötü bir tehdit savurmamak için kendini zor tutuyormuş gibi gözlerini kırpmadan, küstah bir tavırla dik dik bakar ve ona, tezgâhın üstünde el değiştiren paraya açıkça ve rezilce hiç mi hiç değmeyen bir nesneyi satardı.