Siyah mantolar ve çiftçilerin özel günlerde giydikleri temiz kıyafetleriyle kıyaslandığında babasının tam üstüne dikilmiş masmavi üniforması bulutlu bir günde yazdan kalma bir gökyüzü parçası gibi parlar ve bu parıltı heybetli yürüyüşüyle yaklaştığında bile gölgelenmezdi. Çünkü bu kalıplı, yakışıklı adamın üzerindeki her şey, simsiyah rugan ayakkabılarından hafifçe biryantinlenmiş olan düzgün saç ayrımına kadar her şey intizamlı bir düzenle parlardı, her bir metal düğmesi ufak yuvarlak aynalar gibiydi, askeri üniforması yapılı kaslı bedeninin her ayrıntısını sıkıca sarardı. Gergin biçimde burulmuş olan bıyığından ve saçlarından hafif bir kolonya kokusu yayılırdı: o gösterişli bir "babaydı." Bir çocuk babasıyla ancak bu kadar gurur duyabilirdi, masal kitabından çıkmış bir baba, kılıcı arkasından hafifçe şakırdayan dünyevi bir imparator, bir prens gibiydi. Güçlü adımlarla yürür, saygılı ama ölçülü bir hareketle başrahibenin karşısına geçer, başrahibe de onun kalıplı yapısı karşısında ister istemez de olsa rahat duruşunu dikleştirirdi; neredeyse fark edilmeyecek şekilde başını hafifçe eğerek, her rahibeyi kibar bir şekilde selamlardı ki onlar da her seferinde göz kamaştıran bu adam karşısında hissettikleri çekingenlikten güçlükle kurtulmaya çalışırlardı, ancak ondan sonra kızına döner, hafif ve narin bir şekilde –Clarissa her seferinde kolonyasının hafif kokusunu alırdı– mutluluktan kızaran alnından öperdi.
Babasının misafir salonuna yaptığı bu giriş, her seferinde aynı olmasına rağmen, yine de hep aynı etkiyi yaratırdı ki, bu an Clarissa için en güzel, asla hayal kırıklığına uğramadığı andı. Çünkü babasıyla yalnız kaldıkları andan itibaren ikisinin arasında belli bir çekingenlik başlardı. Yalnızca mesleki münasebetlere alışkın, yalnızca nesnel soru ve yanıtlara hazırlıklı olan, göz kamaştıran bu adam hiçbir zaman o ürkek ve utangaç çocukla içten ve özel bir konuşma başlatmayı bilemezdi. Örneğin "İyi misin?" ya da "Eduard'dan mektup aldın mı?" gibi genel ve kızcağızın da yine utangaç haliyle yalnızca kısaca evet diye yanıtlayabildiği sorulardan sonra, sohbetleri ister istemez bir tür sınava dönüşürdü. Kızcağız defterlerini göstermek, Fransızca ve İngilizce'deki gelişimini rapor etmek zorundaydı ve çaresiz durumdaki bu adam, istemediği halde nesnel konuların tükeneceği ve çocuğunun karşısında ne yapacağım ve ne söyleyeceğini bilmez durumda kalacağı endişesiyle, bu soruları uzattıkça uzatırdı. Kızcağız bir ödevi göstermek için defterinin üzerine eğildiği an, babasının bakışlarının yumuşak ve duygulu bir şekilde saçlarına ya da ensesine yöneldiğini hissederdi. İşte bu anlarda babasının bir kez, sadece bir kez olsun, masanın üzerine dayadığı eliyle saçını okşaması için karar verebilmesini gizliden gizliye arzular, sevildiğini bilmenin verdiği o heyecan dolu duygudan dolayı bilerek gerektiğinden biraz daha ağır bir şekilde sayfalan çevirirdi. Ancak sonra başını kaldırdığında, kendisiyle göz göze gelemeyecek kadar ürkek olan babası hemen bakışlarını dikkatle metne çevirirdi. Bu zavallı ve tutuk sorgulama işi biter bitmez, her seferinde zamanı doldurabilmek için, onunla yalnız kaldığı ve kendini hazır hissetmediği bu süreden son bir kaçış yolu bulurdu: "Bana yeni öğrendiğin şeyleri çalmak istemez misin?" Ardından Clarissa oturur, çalar ve babasının kendisine sarıldığını hayal ederdi. Normalde çalmayı bitirip öylece kaldığında babası yanına gelir ve sevecen bir şeyler mırıldanırdı: "Bu oldukça zor bir parçaya benziyor. Ama sen mükemmel bir biçimde çaldın. Seninle gurur duyuyorum." Sonra vedalaşma anı gelirdi, babası her zamanki gibi alnına hafif bir öpücük kondurup tam saatinde çağrılmış faytonla uzaklaştığında, garip, sıkıntılı ama asla belli etmediği bir üzüntü duyardı, sanki babası ya da kendisi bir şeyi söylemeyi unutmuş ya da sanki sohbetleri gerçekten başlayacağı anda kesilmiş gibi. Aynı şekilde uzaklaşmakta olan baba da gizleyemediği bir hoşnutsuzluk hissederdi. Zaman zaman nesnel konuların dışında kızını ilgilendirebilecek ve istekleriyle hevesleri hakkında onun içini dökebileceği bazı sorular bulmaya çalışırdı, ancak yetişmekte olan kızının karşısına geçtiğinde ya da önemli anlarda bakışlarını hissettiğinde çaresizliği azalacağı yerde çoğalırdı –onunla rahat rahat sohbet edemeyecek kadar savunmasız hale gelirdi.
Kendisinden iki yaş büyük olan ağabeyi Eduard pazar günleri misafir salonuna geldiğinde ise ne kadar da tezat bir durum ortaya çıkardı. Eduard on beşine gelinceye kadar aslında genç erkeklerin kızlara karşı takındıkları o kurumlu havaya bürünerek, yalnızca babasının verdiği göreve itaat etmek için istemeye istemeye de olsa Viyana Neustadt'taki subay okulundan çıkıp buraya gelirdi; diğer kızları kibirli bir şekilde görmezden gelerek, kız kardeşiyle biraz eğlenir ve çok değerli olan pazar öğleden sonrasının büyük bir kısmını ziyan etmemek için çabucak vedalaşırdı. Ama kıpkırmızı ve sağlıklı dudaklarının üzerindeki bıyıkları terlemeye başladığında –subay okulunda pek şımartılmayan– şahsiyetinin yatılı bir kız okulunda nasıl bir değer kazandığının farkına varırdı. Daha sokaktayken pencere kenarında fısıldaşan, gülüşen ve kıkırdayan ve neşeyle kaybolan kızları fark ederdi; misafir salonuna girdiğinde meraklı bakışların subay üniformasını süzdüğünü hissederdi. Oynadığı rolün ne kadar önemli olduğunu anladığında ise bunu keyifle ustalığa kadar götürürdü. Gelir gelmez kız kardeşine sarılır ve onu bilinçli olarak öyle bir şefkat ve abartılı bir gürültüyle öperdi ki, sessiz muzip gülüşmeler bastırılmış öksürük şeklinde duyulurdu; kümesteki tek horoz gibi delikanlı gururuyla onca kızın kendisini incelemesinden aldığı zevk kadar, onları incelemek de hoşuna giderdi; bu hapsedilmiş zavallı varlıkların hepsinin kendisine biraz âşık olmasını istediğini arkadaşça sevdiği kız kardeşinden hiç mi hiç saklamazdı. Asil davranmayı bilirdi, sınırları geçmeyecek kadar da şövalye ruhluydu. Etkilemeyi bilirdi. İşte nihayet gelmişti; Clarissa da bunun tadını çıkarıyordu. Kendini her kıza takdim ettirir ve gayet kurnazca, sanki her biri hakkında pek çok şey biliyormuş gibi davranırdı. "Ah, siz Bayan Tilde'siniz. Kız kardeşim sizden o kadar çok bahsetti ki," bunları söylerken de, sanki Clarissa kız arkadaşlarının en gizli sırlarını onunla paylaşmış gibi, Slav kökenli annesinden aldığı koyu kahve gözleriyle karşısındakini öyle garip biçimde süzüp, gülümserdi ki çok komik olurdu. Okul arkadaşlarını getirmeye söz verirdi. Bazen o kadar çok kıkırtı ve gülüşme olurdu ki, manastırın rahibeleri ciddi ciddi kaşlarını çatardı.
1 comment