Babası ne kadar çekingense ağabeyi de kız kardeşiyle o kadar rahat sohbet eder, Clarissa'nın biriktirdiği cep harçlığından bir kısmını vermesine, sigara hediye etmesine göz yumardı; Clarissa yine –ama bu sefer farklı bir şekilde– imreniliyor olmanın gururunu duyardı, böylesi beyefendi, yakışıklı, zarif bir ağabeyi olduğu için. Vedalaştıklarında pencerede bir sürü kız görünürdü; artık gittiğini sandıklarında da arkasından birkaç tane karanfil atarlardı.
Ve ardından yine okul günleri, okul haftası başlardı, gri, renksiz bir süreç, Clarissa'nın fark edemediği, hayatını yıllara dönüştüren bir dalga ve çocukluğunu alıp götüren kesintisiz, monoton bir akıntı.
* * *
Clarissa'yı bir insan ve birey olarak etkileyen tek olay manastır okulundan mezun olmasına iki yıl kala gerçekleşti. O ana kadar hiçbir okul arkadaşıyla çok özel ve yakın bir ilişkisi olmamıştı, çünkü genel olarak sevilmesine rağmen çekingenliği nedeniyle, ki bu özelliğini babasından almıştı, normalinde konuşkan olan kızların budalaca itiraflarda bulunmalarını ve taşkınlık yapmalarını engellerdi; herkes onunla konuşmaktan hoşlanır ve fikrini alırdı, ancak sırlarını paylaşmadan. Clarissa ise işine ciddiyetle sarılmış olduğu için kendini başkalarına açmaya ihtiyaç duymazdı, okulun bitmesiyle de arkadaşlarıyla olan bütün bağlarını kopardığı gibi, birçoğuyla ilgili anılarını da yitirmişti. Okulun duvarları dışındaki gerçekler hakkında bazı önseziler edinmesine de, ilgilendiği bu garip insanın varlığı ve onun yazgısı neden olmuştu.
Çirkin, kışın sivilceli, yazın çilli, kızıl saçlı ve her yeni haberin peşinde olan, bastırılmaz gevezeliğiyle bulduğu her imkânda konuşmaya başlayan Rosie, kızlara yarın "yeni" birinin geleceğinin haberini vermiş ve dolayısıyla da bu yeni kişiyi tanıştırma merasimini başlatmıştı başlatmasına ancak yine de bu yeni kişinin gelmesi kızlar arasında bir heyecan yaratmıştı. Çünkü normalde "yeni biri" manastırdan içeriye girerken, sanki gizli bir pentagramdan sakınması gerekirmiş gibi çekingen ve şaşkın bir biçimde eşiği geçer ve ardından da başı eğik, izleme meraklısı elli ya da seksen dikkatli ve genelde eleştirel yüz karşısında dururdu. Daha on altı yaşındaki kız ise başrahibenin henüz sıkmadığı yularıyla ilk defa yemek salonuna götürülürken çok rahat ve kendinden emindi. Yuvarlak, gülen gözleriyle bir o yana bir bu yana bakınıyordu, sanki herkes tam da beklediği gibiydi; yeni gelen kız masada yanında oturanları başıyla içten selamladıktan sonra, penceresinden dışarıya baktığında ne güzel bir manzarası olduğunu anlatmaya başlamıştı bile. Daha ders başlamadan kızlardan bazılarıyla samimiyet kurmuştu. Çekinmeden selam verip her kızın adını soruyor ve her biri için de bir iki güzel şey söylüyordu. Yanına oturan kıza "Ne kadar güzel saçların var," deyip kızın lülelerinden birini parmaklarının arasından geçirirken "Ah, keşke benim de böyle saçlarım olsa. Benimkiler kabarır ve fazlasıyla gürdür," diyordu. Meraklı bir sınıf arkadaşı tarafından izlendiğini fark ettiğinde, hemen o anda neşeli ve içten bir şekilde ona gülümsüyordu. Bir saat içinde tüm kızlar Marion ile –ismi buydu ve kulağa yabancı gelen bu isim ona çok uyuyordu– konuşabilmek için sabırsızlanıyor ve kısa bir gevezelik izninin olduğu akşam saatinin gelmesini heyecanla bekliyordu. İstemeden de olsa "yeni" kızın etrafında bir halka oluşuyor, ancak o ilgi odağı olmamak için alçakgönüllülükle direnmediği gibi, en küçük bir kibir de sergilemiyordu. "Hepiniz bana ne kadar dostça davranıyorsunuz" diye samimi övgüler yağdırıyordu. "İlk günden sonra biraz ürkmüştüm, ama sizin yanınızda olmak gerçekten çok hoş," derken, çok zarif bir şekilde koltuğun dirsekliğine oturarak ayaklarını sarkıtmıştı, ayaklan da söylediklerini sessizce desteklercesine sallanıyordu. Aslında onun güzel olduğunu söyleyebilmek için, insanın özel bir beğenisinin olması gerekirdi; her halükârda oldukça çekik kaşlarının, azıcık mat olan gözbebeklerinden daha çok karakter kattığı, büyük yuvarlak gözleriyle farklı ve çok çekici görünüyordu; hatta biraz miyoptu da, çünkü gözkapaklarını öyle sık aralıklarla kırpıyordu ki bu da bakışlarına biraz tatlılık, biraz da heyecan verici bir özellik, hatta güldüğünde bir yumurcak edası katıyordu. Henüz tam gelişmemiş olan hatları biraz daha yakından bakıldığında kaba görünüyordu, biraz büyükçe bir burnu ve basık, yuvarlak bir alnı vardı, ama onu betimlemek çok zordu, çünkü sürekli hareket ediyor ve her yana dönüyordu, öyle ki sohbet esnasında birini gözden kaçırmaktan korkar gibiydi. Neşeli ve iyi yürekli oluşu onun göze çarpan karakteristik özelliğiydi, herkesin yalnızca hoşuna gitmek istiyor, herkesin yardımına koşmak istiyordu, bu nedenle herkese dostça davranıyor ve her bakışı ve her hareketiyle en duyarsız insana bile ulaşabiliyordu.
Nasıl biri olduğu belli değildi ama ilgi çektiğinin farkındaydı. Daha ilk andan itibaren hiç düşünmeden ve görünüşe göre dürüstçe kendisinden bahsetmeye başladı. Uzun süre yurtdışında yaşamışlardı ve artık babası Güney Amerika'da uzun süreliğine görevli olduğu için maman –bizler gibi anne demiyordu, tam bir Fransız aksanıyla maman diyordu– onun eğitim almasını istemişti; bu korkunçtu, önceki yıllarda bir orada bir burada sürekli seyahat ettikleri için bir sürü şey kaçırmıştı. Aslında Bolivya'ya geçmeleri gerekiyordu ama maman iklime uyum sağlayamamıştı ve bir kız için adamakıllı bir eğitim almak önemliydi; elbette onlardan geri kalmaktan biraz korkuyor, matematikten hiç anlamıyordu ve coğrafya hakkında da yalnızca seyahatleri esnasında bilgi edinmişti. Bu konuşma böyle sürüp gitti, zorlanmadan ve aynı zamanda kendinden emin ve doğal bir şekilde, özgüvenle değil, damarlarında akan gençliğe özgü yaşam duygusuyla. Diğer kızlar büyülenmiş bir şekilde onu dinliyordu, İtalya'nın şehir isimlerinin, hızlı tren resimlerinin ve pahalı otellerin adı geçtikçe, bu iyi niyetli, konuşkan varlıktan bir sıcaklık dalgası yayılıyordu, dünyanın en renkli resimlerini beraberinde taşıyordu. Susmaları ve uyumaları gerektiğini hatırlatan çan çaldığında hepsi neredeyse korkmuştu.
Kaçınılması mümkün olmayan gerçekleşmişti: birkaç gün içinde herkes bu egzotik varlığa adeta âşık olmuştu, ama Marion'un cahil ve olgunlaşmamış insanlarda görülen kıskançlık ve. rekabeti yatıştırıcı bir yeteneği vardı, herkese eşit ölçüde, doğal ve içten davranıyor, onları teselli ediyordu. Surat asanları öpüyor, kızmış olanları kucaklıyor, kıskançlık yapanlara hediye veriyordu; her kızla bir başkası oluyor, büyük bir içtenlikle onları kazanmaya çalışıyordu. Rahibeler ve hizmetkârlar da onun etrafına yaydığı ve doğallıkla bütünleşmiş iyi niyetinin cazibesinden kendilerini alamıyorlardı; bu tatlı dillilik doğanın dokunuşu gibiydi, ama zaten insanları kazanmasını sağlayan da buydu; bu öyle yabana atılacak bir şey değildi, bir şekilde takdir görmesi de gerekiyordu; bu nedenle çok az şey bilmesine, her zaman çaba gösterememesine göz yumuluyordu. Korktuğunda ya da şaşırdığında ya da bir şeyi bilemediğinde korkmuş ve şaşırmış gibi davrandığında nasıl da sevimli oluyordu.
1 comment