Akşam paydos olunca dayağı yiyen çocuğu tuttum:

“Neden beni yalancı çıkardın”, dedim, “musluğu sen koparmamıştın…”

“Ben koparmıştım…”

“Hayır, sen koparmamıştın. Diğer çocuğun kopardığını ben gördüm.”

Israr etmeden yüzüme baktı. Bir an durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Meraklanmıştım:

“Musluğu Ali koparmıştı”, dedi, “ben de biliyorum. Ama o hasta ve çok zayıf. Falakaya asla dayanamaz. Yataktan yeni kalktı, ölürdü belki de…”

“Ama sen neden onun yerine dayak yedin?”

“Neden olacak? Biz onunla ant içtik. O bugün hasta, ben iyi ve kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.”

Anlamadım ne dediğini. Yeniden sordum:

“Ant ne?”

“Bilmiyor musun?”

“Bilmiyorum.”

O zaman güldü. Benden uzaklaşarak cevap verdi:

“Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna ant içmek derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.”

Sonra okuldaki çoğu çocuğun birbirleriyle ant içtiklerine dikkat ettim. Kan kardeşi olmuşlardı. Hatta bazı kızlar da kendi aralarında ant içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca arkasını bize dönmüş, yavaş yavaş, sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan, büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak… Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa hocaya kulağımı çektirmeyecek, belki de falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi çok yalnız, arkadaşsız, korunmasız hissediyordum.