Küçük Hoca erkekti. Büyük Hoca’nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptaldı. Ben arkadaki rahlelerde, büyük hocanın en uzun sopasını uzatamadığı bir yere otururdum. Kızlar belki saçlarımın çok açık sarı olmasından dolayı bana sürekli “Ak Bey” derlerdi. Erkek çocukların büyükleri ya adımı söyler ya da “Yüzbaşı oğlu” diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan “geldi, gitti” levha yazısı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha çok ağırlaşır, bulanırdı…

Okulda tek bir ceza vardı: Dayak… Büyük suçlular hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük suçluların cezası ise oransız, ölçüsüzdü. Küçük Hoca’nın büyük tokadı… Büyük Hoca’nın uzun sopası… ki rastladığı kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki ayrıcalık tanıyorlardı. Sadece bir kere Büyük Hoca kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi gün bile kızarıklığıyla yanması geçmemişti. Ama suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu suçu işleyeni arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Söyledim, suçunu kabul etmedi. Falakaya yatırılacaktı. Sonra başka bir çocuk çıktı; kendi kopardığını onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, “Neden yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?” diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylememiştim. Evet, o çocuğu musluğu koparırken gözümle görmüştüm.