Anneme düşüncemi, her çocuk gibi biriyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. İzin vermedi. “Öyle terbiyesizlikler istemem. Sakın yapma ha!” diye tembihledi.

Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Ama kiminle? Beklenilmeyen bir kaza, bir tesadüf bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesinde bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budaklar’ın benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık… Bu kelimeyi söylerken sanki tat alır gibi olur, sürekli tekrarlardım. O kadar ahenkli, tınılıydı. Kızlar bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık’ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi. Hala aklımda:

Mustafa Mıstık

Arabaya kıstık,

Üç mum yaktık,

Seyrine baktık!

diye bağırırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç sinirlenmezdi. Gülerdi. Biz de bazen bu kafiyeleri tekrarlar, eğlenirdik.

Bu iki küçücük beyit benim rüyalarıma bile girmişti. Rüyamda birçok arsız kızın onu göçmen arabasına sıkıştırarak, etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Neden Mıstık öyle uslu dururdu? Neden birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulamazdı? Hepimizden güçlüydü. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı. Başı, kolları, bacakları, bedeni… Hatta elleri… Bütün çocukları güreşte yenerdi… Yazın her Cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir Cuma sabahı, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu seçtim. Diğerlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkarır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık’la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu anlamadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı.