Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O an aklıma bir şey geldi: Ant içmek… Parmağımın acısını unuttum. Mıstık’a:

“Haydi gel kan kardeş olalım. Hazır elim kesildi. Sen de kes…”

Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük yuvarlak başını salladı:

“Olur mu ya!... Ant için kol kesmek gerekli.”

“Canım ne zararı var?”, diye ısrar ettim. “Kan değil mi? Ha parmaktan, ha koldan. Hepsi aynı. Haydi…”

Kabul etti. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu. Parmağımın kanı ile karıştırdık. Önce ben emdim. Bu tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra da o benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay… Belki bir yıl… Mıstık’la kan kardeşi olduğumu neredeyse unutmuştum. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca bizi okuldan erken bıraktı. Tıpkı perşembe günü gibi… Mıstık’la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum. Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Aniden karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, “Kaçın, kaçın, ısıracak…” diye bağırdılar.