Düne gelinceye kadar kendisi bile:

“Türküm!” demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette kendisi gibi büyüklüğünü, geçmişinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz vardı? Düşünüyor ve hızlı hızlı gidiyordu. Gümrüğün arkasına, yeni apartmanların hizasına gelmişti.

“Nereye gidiyorum?” dedi. Sabaha ancak birkaç saat vardı. Bu gece yatmayacak mıydı? Fakat nerede yatacaktı? Evini, yalısını hatırlayınca soğuk bir titreme duydu. Oraya nasıl gidecekti? Artık o eve girerse nefretinden ve hiddetinden, acı ve pişmanlığından ölmeyecek miydi? Tekrar döndü. Beyni sulanmış da kafasını duvarlarına çarpıyormuş gibi, her adımda başında dayanılmaz bir acı duyuyordu. Yürüdü ve bilinçsiz bir hareketle Splandit Palas’ın önüne geldi. Camlı kapıdan görünen aydınlık ve taş koridorun sonunda, bir sandalye üzerinde garson uyukluyordu. Çan düğmesine bastı. Garson birden uyandı ve çabuk adımlarla kapıya geldi. Açtı. Bu, kır bıyıklı, tahminen kırk yaşlarında bir Rum’du.

“Oda var mı?” diye sordu.

Garson anlamamış gibi yüzüne baktı. Sözde Türkçe bilmiyordu. Biraz tereddüt ettikten sonra:

“Malista (Evet)…” dedi. Fakat karşısındakinin Rumca bilmediğine kanaat getirince tekrar iğrenç bir Yahudi Fransızcasıyla ilave etti.

“İl ya, il ya, veuilles entrer? (Var, var, buyrun girin)”

Mermer basamaklı merdivenin başına gelince garson geride kaldı. Yine o yalnız Selanik’e mahsus olan bozuk ve yanlış Yahudi Fransızcasıyla, “Siz çıkınız mösyö, yukarıda odanız gösterilecek…”dedi. Bir düğmeye bastı. Yukarıda bir zilin çalındığı duyulur gibi oldu. Merdiveni yavaş yavaş çıkıyor, başının ağrısından gözleri kapanıyordu. Kendisini ortadaki salonun açık kapısı önünde buldu. İçeride gayet sarı saçlı, beyaz kıyafetli Avrupalı bir kadınla, başı açık ve esmer bir delikanlı konuşup gülüşüyordu. Gözlerini ovuşturarak gelen kuvvetli, çirkin ve biçimsiz garson onu sağ tarafta tek yataklı odalardan birine götürdü. Çiy ve beyaz aydınlığı söndürüp yalnız kalınca arkası üstü karyolaya uzandı. Soyunmaya, hatta potinlerini çıkarmaya gücü yoktu. Gözlerini kapadı. Kollarını başının üzerine çaprazvari koydu.

Uyuyamıyor, başının zonkladığını duyuyor, evini düşünüyordu! Karısı bu akşam onu beklemiş ve kimbilir ne kadar merak etmişti ama nasıl gidecekti? Kırk sekiz saattir birbirini takip eden olaylar, haberler, onu şaşırtmış, varlığını, ruhunu değiştirmiş, karar verme yetisini kaybetmişti. Şimdi ne kadar güç durumda kalmıştı… Hakaretin, tecavüzün, yolsuzluğun şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan Okulu’nun, acentesinin, hastanesinin, hatta konsolosluğun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmış, heyecanlı gösteriler yapmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz hepsi kovulacaktı. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler içinde hor görülecek ve memleketten dışarı çıkarılacaktı…

Başının ağrısından gözleri yaşarıyor ve akacak gibi oluyordu. Yüzükoyun döndü.