“Kalk haydi yavrucuğum!”
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük çalışma masamın üzerinde yanan küçük gece kandili -ah, bunu unutamam, bu bir kedi kafasıydı, iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin rengini aydınlatıyor ve yeşil cam gibi parlak gözleriyle bakıyordu.
“Ama anneciğim, daha gece”, demiştim.
Her zaman öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
“Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer…” diye beni kolumdan tutarak kaldırdı.
İçi yünlü küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu izledim. Karanlık sofadan bir anda geçip, onun odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu:
“Aa! Pervin de kalkmış…”
Pervin -bizim hizmetçimiz- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağını hiç düşünmezdim. Annem demişti ki:
“Pervin her sabah kalkar.”
Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına şaşırırdım. Hırkamı çıkarıp kollarımı sıvadılar. Abdest leğeninin yanına çöktüm. Anneciğim:
“Öyle yorulursun”, diye küçük bir sandalyeyi altıma koydu, ona oturdum:
“Haydi besmele çek!”
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda.
“Yüzünü… Kollarını, yine üç kere…” diye fısıldıyor. Ben unuttukça “Aa! hani başına mesh?..” diye bana yanlışlarımı düzelttiriyordu. Abdest bitince annemle birlikte alçak bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık. Pervin de ayaklarımı kuruladı. Ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim. Arkama dönünce, annemi tiftik seccadeyi açarken gördüm. Sonra başına yeşil başörtüsünü örterek beni çağırmıştı:
“Gel…”
Gittim. Küçükken ben, onunla aynı seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o değerli, o yüce, hassas anne vücudunun yanında durdum. İki söz ile bana ne yapmam gerektiğini, daha önce öğrettiklerini tekrarladı:
“İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini ekle, unutmadın ya?”
“Unutmadım.”
“Haydi…”
O, Allahü ekber sözünü ellerini omuzlarına kaldırarak kadın gibi yaparken, ben de farkına varmadan onun gibi yapmıştım. Sünneti bitirdikten sonra, bana, gözlerinin tatlı ve etkili bir tebessümüyle gülerek:
“Yavrum, sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin. Ellerini kulaklarına götüreceksin.”
Ve sıcak elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
“İşte böyle!” diyerek erkek hareketini gösterdi.
Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, neden erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın sadece küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum:
“Nasıl dua edeceğim anne?”
O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe başörtüsü de titrer gibi oluyordu. Başını salladı, duasını bitirdikten sonra, hala aklımda:
“Önce ‘İslam olduğum için ey cenab-ı vacib-ülvücut hazretleri, sana hamd ederim’ de… Sonra ‘Vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden rica ederim’ de… Sonra da ‘Bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sağlıklarını senden temenni ederim’ de… Kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!”, demişti.
Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbirinin üstünde duran ve karıştırdığımda “Dua kitaplarıdır, sakın karıştırma!” uyarısıyla sürekli yasaklanan, yıpranmış, Arapça, kitapları hatırlayarak içimden söyledim, fatiha…
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu. Uykum var mıydı? Bunu bilmiyordum… Cevap vermedim.
“Haydi öyleyse git, kitabını al. Dersini dinleyelim.”
“Peki.”
Artık koyu ve duman gibi bir aydınlıkla parlayan sofadan geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış, sanki geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş, öbür dünyaya gitmişti. Çalışma masamın üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum. Hiç hatam çıkmadı.
Annem geceleri şöyle derdi:
“Yatmadan önce dersini üç kere oku yavrum, uyurken melekler sana onu öğretir.”
O melekler bu gece de, uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem sevecen aferinlerle saçımı okşadı:
“Daha okula gitmene çok var”, diye beni kendi yatağına yatırdı.
Uykum yoktu. Anneme bakıyordum. Yeşil başörtüsü başında, bu karanlıkta bir hayal gibi hareket ederek Kuran’ını aldı ve pencerenin kenarındaki büyük sedire oturarak, titrek ve ince sesiyle, usulüne göre okumaya başladı. Ruhumda bir şiir etkisi bırakan bu güzel sesi dinleyerek… büyük, yeşil başörtüsünün altında, tıpkı ölen bir kız kardeşime benzeyen güzel ve temiz yüzünü görerek… ve yavaşça sallanan başının hafif ahenginde Tanrı’ya yalvarmasını seyrederek dalıyordum.
1 comment